17 Ekim 2016 Pazartesi
Yerli Yersiz no.2 Paradisos Sessions: "Cinnetin Ortasında Müzik Direniyor!"
24 Ağustos 2016 Çarşamba
Günah senin, suç senin, “100 milyon tık” da senin… Özge Ç. Denizci & Tuğçe Yapıcı
Tuğçe Yapıcı ile birlikte kaleme aldığımız Eypio yazımızdan bir bölüm.
Günah senin, suç senin, “100 milyon tık” da senin…
Özge Ç. Denizci / ozgedenizci@gmail.com
Sayfiye yerlerinden birinde güneşe kendimi vermişken aynı ıptıs müzikler, benzer nakaratlarla ve aynı frekans ve hızda dönüyor. Haliyle benim de başım… Ama birdenbire bütün o şarkıların arasında gitar arpejli bir şarkı başlıyor. Daha ilk sesten belli o hep yaza damgasını vuran şarkılardan biri olmadığı. “Günah benim suç benim, kurdum bırak bu düş benim…” Bu bir isyan şarkısı değil de ne? Diye düşünüyor insan. Tuhaf bir şekilde kendine çekmeye başlıyor şarkı. Bir bakıyorum elim ayağım durmuyor ritim tutuyorum. Derken Eypio‘nun sesi bir tokat gibi patlamıyor da alıp bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Ezik değil, isyankâr. Zaten Eypio‘yu bilenler onun olayının bir hayli “isyan” olduğunu bilirler. Şarkının ne formunda ne de armonisinde yeni hiçbir şey yok. İsyankarlığı ise en minöründen. Sessiz, sedasız, çığlıksız…
Devamı için: http://www.kiyimuzik.com/eypio/
14 Ağustos 2016 Pazar
Bu bir sosyal medya iletisidir: Sıla'nın iptal edilen konserleri Hakkında açmazımız ve aymazlığımız
Bu zamana kadar Nuh'un da içinde olduğu bir dolu gazeteci arkadaşım fikirleri yüzünden mesleklerinden oldular.
Daha önce de yazdığım gibi bir dolu müzisyen arkadaşımın konseri politik sebeplerle iptal edildi. Bu ülkede bir dönem "Müzikte Sansüre Son" diye bir oluşum kuruldu, başı çekenler arasında yer almaktan da onur duyuyorum lakin her şey gibi o da kısa zaman içinde son buldu (yine de birilerine temas edebilmiştik).
Her hafta Freemuse üzerinden Ferhat Tunç'un şarkılarının yasaklanmasıyla ilgili düzenli mailler aldım /alıyorum. Başta Grup Yorum (uç bi örnek diyebilirsiniz) olmak üzere bir dolu grup ve müzisyenin fikirleri yüzünden yine konserleri iptal edildi, albümleri basılmadı, sansürlendi vs.
Şu anda Sıla merkezli dönen birlikteliği takdir etmiyor değilim lakin, şimdiden sonra bütün sansürlenen, işinden edilen herkese destek vereceğinize söz veriyorsanız yaptığınız kampanyaları sürdürün, ününüze ün katmak için değil! (naçizane atarım budur!)
8 Ağustos 2016 Pazartesi
Yerli Yersiz no.1 Bu makam İstanbul Makamı*
İstanbul Makamı
yolu İstanbul’a gönlü makam müziğine düşmüş beş
müzisyenin yolculuğunun bir kısmına tanıklık ederken,
İstanbul’un belli bir çevrede şekillenen müzikal yapısının
değişimini de gözler önüne seriyor.
* Bu yazı Andante Müzik Kültürü Dergisi'nin 117. sayısında yayınlanmıştır.
8 Mayıs- 2 Haziran tarihleri arasında düzenlenen 9. İstanbul Belgesel Günleri diğer yaygın adıyla Documentaist’te gösterilen filmlerin içinde biri özellikle dikkatimi çekti:
İstanbul Makamı kendilerinin olmasa da makam müziğinin doğup büyüdüğü bu topraklara idealize ettikleri seslerin izini sürerek gelen ve burada geçici /kalıcı hayatlar kuran beş müzisyenin İstanbul, makam müziği, İstanbul’un müzikal ortamı ve bunların izinden giderken geçtikleri içsel yollarını konu alan bir film.
Filmin Kadıköy TAK’taki gösteriminden sonra yönetmenlerden Özlem Sarıyıldız’a filmin ne kadar zamanda çekildiğini sordum ve “iki yılı biraz geçti” cevabını aldım. Bu iki yılı aşkın süre Türkiye, İstanbul ve özellikle de İstanbul özelinde şekillenen İstanbul’daki müzikal ortamlar açısından çok değerli bir zamandı. Asla susmayacağını bildiğimiz ama bir o kadar da “ya biterse” endişesini ister istemez taşıdığımız filme konu olan müziğin İstanbul’da iki yıl önce farklı bir yerde durduğunu söylememiz gerekiyor. İki yıl önce, çekimlerin önemli bir kısmını kapsayan İstiklâl Caddesi biraz daha farklı bir yapıya sahipti. O değişim başlamış ancak bugünkü kadar ayyuka çıkmamıştı sanki. Şimdilerde İstiklâl’de müzik yapmak şöyle dursun, -sebepleri malum- yürümek bile artık mesele. Şimdilerde vapurda çalanlar da iki yıl önce görmedikleri muameleyi görüyor, gazete yazarlarının köşelerinde bile öteleniyorlar. Zaten vapur müzisyenleri -iyi kötü kısmı ayrı bir yazının tartışma konusudur- güvenlik görevlileri eşliğinde zabıtanın yolunu da tutuyorlar. Oysa müziğin yeri ve zamanı olur mu? İçinden geldiği gibi, hayatın akışı gibi değil midir icra? Filmin içinde yer alan kayıp ya da kullanımı kısıtlanan mekânlar sadece İstiklâl Caddesi ya da vapur ile de bitmiyor üstelik. Filmde de yer bulan bazı mekânlar ya yer değiştirmiş ya da tamamen kapanmış durumda.
Müzikologlarca eleştirilir ya da eleştirilmez, etnomüzikolojiye konu edilir ya da edilmez bilemem; lakin filmde hiçbir şey olmasa bile tarihe önemli bir not düşme var. Sanırım son yıllarda malum mekânlar kullanılarak çekilen filmlerin ortak özelliği şimdi o mekânların ve o mekânlarda şekillenen ilişkilerin değişmeden önceki halini kayıt altına alabilmiş olması. Bu nedenle de değeri büyük.
İstanbul elbette çoğu müzisyenin önemli durak yerlerinden biri olmuştur. Hiç olmasa konsere gelen müzisyenler bile küfelerine üç beş tını atmış olarak dönmüyorlar mı İstanbul’dan? Ama bu filmde durum biraz farklı... Filmdeki müzisyenlerin çoğu burada kalmış, icra ettikleri enstrümanların ustalarına temas etmiş, Türkçeyi ve daha da önemlisi buranın önemli müzik dilleri arasında gelen makam müziğini içselleştirmişler. İstanbul Makamı’nda yer alan ana karakterler, Kanadalı (Nicolas Royer- Artuso), Bulgaristanlı Chubry- Geordi Dimitrov, ABD’li Samuel Lebovic, Fransalı Pauline Willerval, İltalyalı Alessandro Puglia: hepsi farklı enstrümanlara odaklı müzisyenler. Örneğin Pauline Willerval kemençe çalıyor ve Türkçeyi oldukça iyi konuşuyor. Filmde onun bir enstrüman yapımcısıyla diyaloğuna da şahit oluyoruz. Bu bizim hem müzisyeni daha iyi tanımamızı sağlıyor hem de enstrüman yapımcısının az da olsa pratikliklerine tanıklık etmemizi... Bir sahnede ise müzisyenler ölçüyü bitiriyor ve okunmakta olan ezanı dinlemeye başlıyorlar. Buraya ait olan kültürü ve hatta yaşam biçimini o kadar içselleştirmişler ki müezzinin bile başarısızlığının farkına varıp, “işini hiç sevmiyor galiba” yorumunu yapıyorlar.
İstanbul Makamı İstanbul’da doğup büyümüş müzisyenlerin ister istemez ıskalayabileceği bir dolu meseleyi İstanbul dışında doğup büyümüş, ‘başka’ kültürlere mensup müzisyenlerin gözüyle görmemizi sağlayan bir film. Her ne kadar etnomüzikolojik bir film olduğunu iddia ediyor değilse de günün müziğinin izini takip ettiği için bu alanda da önemli filmler arasına konulabilecek bir film (etnomüzikolojinin kullandığı teknik, yapı ve yaklaşımı kullanıp kullanmadığı başka bir yazının tartışma konusu) Umarım ki İstanbul Makamı gibi odağı belirlenmiş bir dolu film izleme ve hatta çekme fırsatı bulabilir, müzik tarihine ettiğimiz tanıklığı kayıt altına alıp etnomüzikolojiye hizmet edebiliriz.
Nereden, nasıl izleyeceğiz?
İstanbul Makamı’nın yakında video parçacıkları klipler halinde dijital ortamda dolaşımda olacak. O zamana kadar ise Facebook sayfası üzerinden İstanbul Makamı / Istanbul Notes filmi hakkında olan biteni takip etmeniz mümkün.
Filmi ya da filmden parçacıkları izlediğinizde benim gibi siz de tanıdık yüz göreceksinizdir. Hatta yönetmenlerden öğrendiğimiz kadarıyla filmde kullanılmayan görüntüler de yakın bir zamanda dolaşıma girecek. Tanıdık yüz göremeyenlere ise hikâyeler, tınılar ve de
mekânlarla bunu yaşayacaklardır.
İstanbul Makamı yakın geçmişten fırlıyor ve yakın geliyor.
Ömür’ün anısına...
İstanbul Makamı, 2011 yılının Haziran ayında kaybettiğimiz bağlamanın koma seslerini gitar klavyesine uyarlayan ve iki çalgının bir takım özelliklerini tek çalgıda birleştiren çağlamanın mucidi, Çamur isimli İzmitli bir grup ile kendisinden haberdar olduğumuz ve ardından Hariçten Gazelciler ile müzikal yolculuğuna tanıklık ettiğimiz Ömür Kılıçaslan’ın anısına ithaf edilmiş. Aynı zamanda ozan da olan Ömür’ü biz de bu vesileyle bir kez daha anıyoruz.
Yerli Yersiz no.1 Bu makam İstanbul Makamı*
İstanbul Makamı
yolu İstanbul’a gönlü makam müziğine düşmüş beş
müzisyenin yolculuğunun bir kısmına tanıklık ederken,
İstanbul’un belli bir çevrede şekillenen müzikal yapısının
değişimini de gözler önüne seriyor.
* Bu yazı Andante Müzik Kültürü Dergisi'nin 117. sayısında yayınlanmıştır.
8 Mayıs- 2 Haziran tarihleri arasında düzenlenen 9. İstanbul Belgesel Günleri diğer yaygın adıyla Documentaist’te gösterilen filmlerin içinde biri özellikle dikkatimi çekti:
İstanbul Makamı kendilerinin olmasa da makam müziğinin doğup büyüdüğü bu topraklara idealize ettikleri seslerin izini sürerek gelen ve burada geçici /kalıcı hayatlar kuran beş müzisyenin İstanbul, makam müziği, İstanbul’un müzikal ortamı ve bunların izinden giderken geçtikleri içsel yollarını konu alan bir film.
Filmin Kadıköy TAK’taki gösteriminden sonra yönetmenlerden Özlem Sarıyıldız’a filmin ne kadar zamanda çekildiğini sordum ve “iki yılı biraz geçti” cevabını aldım. Bu iki yılı aşkın süre Türkiye, İstanbul ve özellikle de İstanbul özelinde şekillenen İstanbul’daki müzikal ortamlar açısından çok değerli bir zamandı. Asla susmayacağını bildiğimiz ama bir o kadar da “ya biterse” endişesini ister istemez taşıdığımız filme konu olan müziğin İstanbul’da iki yıl önce farklı bir yerde durduğunu söylememiz gerekiyor. İki yıl önce, çekimlerin önemli bir kısmını kapsayan İstiklâl Caddesi biraz daha farklı bir yapıya sahipti. O değişim başlamış ancak bugünkü kadar ayyuka çıkmamıştı sanki. Şimdilerde İstiklâl’de müzik yapmak şöyle dursun, -sebepleri malum- yürümek bile artık mesele. Şimdilerde vapurda çalanlar da iki yıl önce görmedikleri muameleyi görüyor, gazete yazarlarının köşelerinde bile öteleniyorlar. Zaten vapur müzisyenleri -iyi kötü kısmı ayrı bir yazının tartışma konusudur- güvenlik görevlileri eşliğinde zabıtanın yolunu da tutuyorlar. Oysa müziğin yeri ve zamanı olur mu? İçinden geldiği gibi, hayatın akışı gibi değil midir icra? Filmin içinde yer alan kayıp ya da kullanımı kısıtlanan mekânlar sadece İstiklâl Caddesi ya da vapur ile de bitmiyor üstelik. Filmde de yer bulan bazı mekânlar ya yer değiştirmiş ya da tamamen kapanmış durumda.
Müzikologlarca eleştirilir ya da eleştirilmez, etnomüzikolojiye konu edilir ya da edilmez bilemem; lakin filmde hiçbir şey olmasa bile tarihe önemli bir not düşme var. Sanırım son yıllarda malum mekânlar kullanılarak çekilen filmlerin ortak özelliği şimdi o mekânların ve o mekânlarda şekillenen ilişkilerin değişmeden önceki halini kayıt altına alabilmiş olması. Bu nedenle de değeri büyük.
İstanbul elbette çoğu müzisyenin önemli durak yerlerinden biri olmuştur. Hiç olmasa konsere gelen müzisyenler bile küfelerine üç beş tını atmış olarak dönmüyorlar mı İstanbul’dan? Ama bu filmde durum biraz farklı... Filmdeki müzisyenlerin çoğu burada kalmış, icra ettikleri enstrümanların ustalarına temas etmiş, Türkçeyi ve daha da önemlisi buranın önemli müzik dilleri arasında gelen makam müziğini içselleştirmişler. İstanbul Makamı’nda yer alan ana karakterler, Kanadalı (Nicolas Royer- Artuso), Bulgaristanlı Chubry- Geordi Dimitrov, ABD’li Samuel Lebovic, Fransalı Pauline Willerval, İltalyalı Alessandro Puglia: hepsi farklı enstrümanlara odaklı müzisyenler. Örneğin Pauline Willerval kemençe çalıyor ve Türkçeyi oldukça iyi konuşuyor. Filmde onun bir enstrüman yapımcısıyla diyaloğuna da şahit oluyoruz. Bu bizim hem müzisyeni daha iyi tanımamızı sağlıyor hem de enstrüman yapımcısının az da olsa pratikliklerine tanıklık etmemizi... Bir sahnede ise müzisyenler ölçüyü bitiriyor ve okunmakta olan ezanı dinlemeye başlıyorlar. Buraya ait olan kültürü ve hatta yaşam biçimini o kadar içselleştirmişler ki müezzinin bile başarısızlığının farkına varıp, “işini hiç sevmiyor galiba” yorumunu yapıyorlar.
İstanbul Makamı İstanbul’da doğup büyümüş müzisyenlerin ister istemez ıskalayabileceği bir dolu meseleyi İstanbul dışında doğup büyümüş, ‘başka’ kültürlere mensup müzisyenlerin gözüyle görmemizi sağlayan bir film. Her ne kadar etnomüzikolojik bir film olduğunu iddia ediyor değilse de günün müziğinin izini takip ettiği için bu alanda da önemli filmler arasına konulabilecek bir film (etnomüzikolojinin kullandığı teknik, yapı ve yaklaşımı kullanıp kullanmadığı başka bir yazının tartışma konusu) Umarım ki İstanbul Makamı gibi odağı belirlenmiş bir dolu film izleme ve hatta çekme fırsatı bulabilir, müzik tarihine ettiğimiz tanıklığı kayıt altına alıp etnomüzikolojiye hizmet edebiliriz.
Nereden, nasıl izleyeceğiz?
İstanbul Makamı’nın yakında video parçacıkları klipler halinde dijital ortamda dolaşımda olacak. O zamana kadar ise Facebook sayfası üzerinden İstanbul Makamı / Istanbul Notes filmi hakkında olan biteni takip etmeniz mümkün.
Filmi ya da filmden parçacıkları izlediğinizde benim gibi siz de tanıdık yüz göreceksinizdir. Hatta yönetmenlerden öğrendiğimiz kadarıyla filmde kullanılmayan görüntüler de yakın bir zamanda dolaşıma girecek. Tanıdık yüz göremeyenlere ise hikâyeler, tınılar ve de
mekânlarla bunu yaşayacaklardır.
İstanbul Makamı yakın geçmişten fırlıyor ve yakın geliyor.
Ömür’ün anısına...
İstanbul Makamı, 2011 yılının Haziran ayında kaybettiğimiz bağlamanın koma seslerini gitar klavyesine uyarlayan ve iki çalgının bir takım özelliklerini tek çalgıda birleştiren çağlamanın mucidi, Çamur isimli İzmitli bir grup ile kendisinden haberdar olduğumuz ve ardından Hariçten Gazelciler ile müzikal yolculuğuna tanıklık ettiğimiz Ömür Kılıçaslan’ın anısına ithaf edilmiş. Aynı zamanda ozan da olan Ömür’ü biz de bu vesileyle bir kez daha anıyoruz.
5 Ağustos 2016 Cuma
10 yıl önce Sziget: Rehber niyetine 1
Sziget Festivali
Bundan 14 yıl önce, sadece kendi aralarında eğlenmek isteyen
birkaç arkadaşın bir parti olarak başlattığı Sziget Festivali, ilk dört
senesinde batmış, beşinci seneden sonra her açıdan profesyonelleşmeye başlamış
bir festival olarak sadece ülkesinin değil, tüm Avrupa’nın en büyük
festivallerinden biri haline gelmiştir.
Bu yıl 14.’sü düzenlenen ve 9-16 Ağustos 2006 tarihleri
arasında, yaklaşık 76 bin metrekarelik alanda gerçekleştirilen festivalde 11
ayrı sahnede, 500’den fazla sanatçı ve grup izleyicisiyle buluşma fırsatını
elde etti. Festival alanını anlamak için ise alan üç ayrı renkte bölümlere
ayrılmıştır: mavi, sarı ve kırmızı.
Birbirinden farklı tınıların, renklerin, seslerin ve onlara
eşlik eden seyirci kitlelerinin buluşma mekanı haline gelen Sziget
Festivali’nin izleyici profilini çizmek neredeyse imkansızdı. Avrupa’da
konuşulan hemen her dilin bir biçimde festival alanında konuşuluyor olmasının
yanı sıra Afrika, Asya ve Amerika kıtalarından da dillerin birbiriyle
buluşmasını gün içinde hissetmek mümkündü. Dillerin sustuğu yerde ise müzik
zaten bir biçimiyle konuşmanın üstüne çıkmaktaydı.
Festival’in izleyici kitlesi çok kültürlü olduğundan, temel
ihtiyaçlar da bu biçimde karşılanmaktaydı. Bir çok farklı yemek stadında hemen
her ülkenin lezzetlerine rastlamak mümkündü; Türk Döneri, İtalyan makarna ve
pizzası, Çin yemekleri, Pakistan’a özgü lezzetler, Fransız ve tabii ki Macar mutfağından
çeşitler… (Varolan bu kadar çeşit yemeğin yanı sıra festival alanında her an
hizmet veren marketlerden alışık olunan lezzetler yenebilir ya da evden
getirilen yiyecekler de alanda tüketilebilirdi.)
Bu çok kültürlülüğün bir başka göstergesi ise gün içinde
birlikte yapılan aktivitelerle pekişiyor, bilmeyenler yeni öğreniyor bilenler
ise katılımlarıyla renk katıyorlardı. Bunlardan biri güne erken uyananların
birlikte gerçekleştirdikleri, yoga, içsel Çin savaş sanatı olan ve çoğunlukla
sağlık ve uzun yaşam amacıyla kullanılan bir terapi olarak uygulanan Tai – Chi,
bir gece öncenin yorgunluğunu atmak için Tayland masajı yaptırma, ya da günün
herhangi bir saatinde profesyonel dansözler öncülüğünde oryantal dans
performanslarına katılabiliyorlardı. Rahatlıyor olmanın yanı sıra, kimi zaman
izleyicilere de keyifli anlar yaşatıyorlardı.
Festival’in bir başka alanında kurulmuş olan bir başka
alanda ise, Afrika evlerinde kahve içerken, yine Afrikalıların rasta yapmasını
izlemek ya da yaptırmak, perküsyon şovlar izlemek veya kahvenin yanında,
Osmanlı usulü dekore edilmiş bir çadırın içinde, nargile tüttürmek de mümkündü.
Çok kültürlülük sadece ülkelerle değil, kuşaklararası eğlence alışkanlıkları ve her yaşa hitap edebilen oyuncakların yanı sıra oyunlar da oynanmaktaydı. Büyükler için hızını alamayan ve dengesi olmayan salıncak varken, küçükler için çok daha güvenli olan başka salıncaklar bulunmaktaydı. 60 metrelik bungee jumping ise gerçekten adrenalin isteyenler ve cesareti olanlar için festivalin favorilerindendi. Daha fazla eğlence için ise Sziget Festivali’nde Sziget usulü evlenen çiftler bile oldu.
Çoğu oyuncak tabii ki Festival’le anlaşmalı kimi firmaların
sağladığı eğlenceliklerdi. Bunlardan bir tanesi de, bir çikolata firmasının
erimiş çikolata içinde insanları güreştirmesiydi. Hediyesi de bir paket
çikolataydı. Güreşen gençler havuzdan çıktıktan sonra, alkolün ve eğlencenin de
etkisiyle yoldan geçenlere çikolatalarını bulaştırıyorlardı ki bu Sziget’de
artık gelenekselleşmiş bir eğlenceydi.
Onbeş yıllık bir festivalin tabii ki gelenekselleşmiş pek
çok unsuru vardır. Bunlardan bir diğeri ise, ana sahnede müzik bittiğinde, yol
üzerinde bulunan çöp tenekelerine vurarak festival alanının tamamını kapsayacak
bir ritmi yaygınlaştırmaktı. Ritim yayıldıkça enerji artıyor, günlerce uykusuz
kalmış olan Sziget sakinlerinin enerjileri artıyor, eğlence hiç bitmiyordu.
Eğlenmenin yanı sıra yapılabilecek daha başka pek çok
etkinlik, Festival alanında kurulan, Sivil Sziget isimli alanda sakin ve
öğretici bir gün de geçirmek, kurulan standlar aracılığıyla pek çok ulusal ve
uluslar arası sivil toplum örgütüyle bağlantıya geçmek mümkündü.
Uyuşturucuların zararlarının yanı sıra, organik yiyeceklerin yararları, nükleer
santrallerin tehditleri, hayvanların doğal dengeye katkıları, trafik
kazalarının nedenleri, cinsel hastalıklardan korunma yöntemleri ve daha pek çok
konu hakkında bir çok insanla konuşmanın yanı sıra, tartışmak, çeşitli sağlık
testlerine katılmak…
Kendi sloganınızı uydurup, herhangi bir konu hakkında fikirlerinizi
paylaşmak üzere defterler dolusu yazmak, savaşa karşı el izi bırakmak, gibi pek
çok etkinlik bu alanın içinde yapılabilecekler arasındaydı.Bu alanın bir başka
özelliği ise, tek bir amfi ve mikrofondan oluşan sahnesinde, isteyen herkesin
herhangi bir şey hakkında şarkı söyleyebiliyor oluşuydu. Ya da sadece bir
monitörün önünde, karaoke yapabilmek…
Macaristan’ın haber kanalı Hır TV sürekli alanda bulunan
çadırından yeni yeni eğlenceli oyunlar ve programlarla Sziget’deydi ve
çadırlarının yanında bulunan ekrandan insanlar dans ederken ya da çok ciddi bir
tartışma programına katılmışken kendilerini canlı canlı seyredebiliyorlardı.
Festival alanında kurulan pek çok ticari tezgâhtan
aradığınız her şeyi satın alabilmenin yanı sıra, çeşitli sponsorların açtığı
standlarda dağıtılan hediyelerden de edinilebilmekteydi. Festivalin
tezgâhından, festival çantası, şapkası, havanın durumuna göre yağmurluk ya da t-shitler
alınabilmekteydi.
Eğlenmek ve yenilenmek için, vücutların alışık olmadığı
yemekleri tatmak, alkollü içeceklerin dozunu bilememek, festival içinde her ne
kadar yasak da olsa insan sörfü –body surf – yapmak, konseri en önde izlerken,
ezilerek barikatlardan atlamak ya da düşmek gibi bir takım etkinlikler,
kimileri için son derece zararlı olabilmekteydi. Bunun için ise, sivil toplum
kuruluşlarının verdiği bir takım sağlık hizmetlerin yanı sıra, en büyüğü ana
sahnenin yanında bulunmak üzere, bir çok sağlık çadırı, doktor ve
hemşireleriyle Festival alanının sağlık güvenliğinden sorumluydular. Bu da
izleyiciler için güveni arttırıcı, olumlu bir durumdu.
Sziget’de genel
olarak sahneler ve performans alanları
Ana Sahne – Nagyszinpad
Sziget Festival’inde 11 ayrı profesyonel sahne kuruldu. Bu
sahnelerin en büyüğü, dünyada en çok dinlenilen grupların sahne aldığı, Nagyszinpad
yani ana sahneydi. Ana sahne, alanın tam ortasına kurulmuştu. Sahne arkası iki
ayrı bölümden oluşuyordu. Basın ve konuklar için ayrılmış olan VIP ve sahneye
çıkacak olan grupların ön hazırlıklarını yapmaları ve dinlenmeleri için
ayrılmış bir başka bölüm.
Ana sahnenin ışıklandırması ve arka dekorasyonu geçenin en
sonunda sahne alacak her grup için, her gün ayrı bir düzenlemeyle
hazırlanmaktaydı. Sahnede program her gün 16:30’da başlamakta, en son grup,
21:30 civarı sahne almakta ve iki saatlik performansının ardından gece ana
sahne için noktalanmaktaydı. Her gün dört ayrı performansın gerçekleştiği
sahnenin iki yanında monitörler bulunmakta ve önlerde yer bulamayanların da
izlemesi sağlanmaktaydı. Engelliler için ise ana sahnenin rahatlıkla
görülebileceği bir yükselti yapılmış, engelliler dışında kimsenin oradan konser
izlenmesine izin verilmiyordu.
Konserler bittikten sonra bu alanda meraklısı için çeşitli
ışık şovları da yapılmaktaydı
Pannon Dünya
Müzikleri Ana Sahnesi – Panon Vilâgzenei Nagyszinpad
Festival alanının olukça uç bir noktasında bulunan ve başlı
başına başka bir yerleşim gibi görünen Panon Vilâgzenei Nagyszinpad’da
performanslar Saat 17:00 civarı başlıyor, 21:30’da başlayan son grubun
performansı ile noktalanıyordu. Sahnede, ana sahnede olduğu gibi, her gün dört
performans izlenebiliyordu. Telefon şirketi Pannon’un kurduğu sahnede
kimlikleri bağlamında çok daha ‘etnik’ olduğu düşünülen müzisyenler sahne aldı.
Wan2 Sahnesi – Wan2
Szinpad
Dünyanın dört bir tarafından alternatif müzik yapan, kendi
ülkelerinde, albüm satışları bakımından da oldukça başarılı ve davetle ya da
kendileri baş vurarak katılan grupların sahne aldığı sahnelerden biriydi. Bu
sahnede müzikler, saat 17:30’da başlıyor, en son grup sahneye, 02:30’da
çıkıyordu. Wan2 Sahnesi, Panon Dünya Müzikleri Ana Sahnesi ve Ana Sahne’den
farklı olarak kapalı bir alanda bulunmakta, zemini de ahşap kaplamaydı. Müzikle
sallanan salonda dans başladığında ise sallantı daha da fazla artıyordu. Kimi
zaman kamera kullanan basın mensuplarının durumdan muzdarip olduğu da
gözlemlendi.
Hammer Dünya Sahnesi
– Hammerworld Szinpad
Hammer Dünya Sahnesi, festivalin içinde, başka bir festival,
Sziget şehrinde ise küçük bir köy olarak tasvir edilebilecek yerlerden biriydi.
Kendi yeme – içme alanları, t-shirt ve albüm satış merkezi olan ve herkesin
siyahtan başka bir renk taşımadığı, izleyiciyle, kimi müzisyenlerin iç içe olup
da sohbet edebildiği, hatta çoğunlukla beraber bira içtiği bu alan metal müzik
icracılarının ve izleyicilerinin özerk bölgesi gibiydi.
Bu sahne de köyün içine yerleştirilmiş büyük bir çadırın içe
kurulmuştu. Müzisyenlerle, köyün içinde iletişim kuramayan kimi seyircilerle
müzisyenler arasında ağız dalaşı ya da benzeri komiklikler de, kimi zaman
sahneye taşınıyordu.
Roman Çadırı – Roma Sátor
Roma çadırı ağırlıklı olarak, çingene müziklerinin icra
edildiği bir sahneydi. Dünyanın dört bir tarafından özgün çingene müziklerinin
buluştuğu bu sahnede konserler, saat 19:00’da başlıyor, saat 00:30’da en grup
sahne alıyor, hemen arkasından ise, çeşitli görsellerin izletilmesiyle sahne
kapanıyordu. Bu sahne de kapalı bir alanın ortasına kurulmuş sahnelerden
biriydi. Ahşap zemini benzerleri gibi müziğin ritmine göre sallanmaktaydı.
İzleyiciler ise çoğu ritmik olarak hızlı olan müziklerle beraber dans etmeyi
ihmal etmiyorlardı.
Afro - Latin Sahne ve
Köyü – Afro - Latin Szinpad És Világfalu
Festivalde biraz dinlenmek ve iyi bir fincan kahve içip,
saçlarını Afro – Latin tarzda yaptırmak, sembolik Afrika evlerinde rahatlamak,
ya da Afrika enstrümanlarıyla yapılan müziklere yine yerel enstrümanlarla eşlik
etmek isteyenler için oldukça yeterli bir yerdi. Kahveler hemen o anda orada
yakılmış ocağın üzerinde kavrulmakta ve etrafa kokularını salmaktaydılar.
Bu köyde bir de çeşitli Afro – Latin grupların sahne aldığı
küçük bir sahne de bulunmaktaydı. Önceden belirlenmiş konserler, genellikle
!8:45 civarı başlamakta, izleyicilerine hareketli dakikalar yaşatmaktaydı. Bu
sahnenin bir diğer özelliği ise, Afrika ülkelerinin bayraklarıyla donatılmış
olmasıydı.
Diğer Sahneler:
Bahia Sahnesi – Bahia Szinpad
Rockinform Sahnesi – Rockinform Szinpad
Zúzda Sahnesi – Zúzda Szinpad
Tv2 Mega Dans Pop Sahnesi – Tv2 Megatánc Pop Szinpad
Pesti Est Sahnesi – Pesti Est Szinpad
Müpa Jazz Sahnesi – Müpa Jazz Szinpad
Blues Szinpad És Full of Mojo Session Sahnesi – Blues
Szinpad És Full of Mojo Session Szinpad
Port. HU Talentum Sahnesi – Port . HU Talentum Szinpad
Sziget festivalinde hemen her sahneyi izlemek pek mümkün
değildi. Hatta festival boyunca, dağıtılan broşürlerden edinilerek bilinçli bir
biçimde hangi sahnede kimlerin performanslarının olacağını takip etmek ve
programlı bir biçimde hareket etmek gerekmekteydi. Bu yüzden adı yazılı sahneler
takip ya edilemeyen ya da hatırlanamayan sahneler arasında yer almaktadır.
Sihirli Ayna – Magic Miror
Her ne kadar adı sihirli ayna olsa da festival alanında ana
sahneye diğer sahneler kadar uzak bir mesafede olmayan bu performans merkezinin
dekorunda gerçekten de birkaç ayna bulunmakta. Bu alanda geceleri düzenlenen
şovlar, defileler ve ara sıra konserlerin yanı sıra gündüzleri Macarca alt
yazılı dünya ya da İngilizce alt yazılı Macar sinemalarından örnekler de
izlemek mümkündü. Dans ve zenne gösterilerinin bir kısmı bu alanda
gerçekleşmekteydi. Küçük bir amfi tiyatroyu andıran bölüm, kapalı bir alandan
oluşmaktaydı.
Luminarium – Luminarium
– Levity II
“Mimari erkekler tarafından inşa edilmiş bir yapı için
Boyası renklerin kullanımının ve karışımının sanatı için tasarlamış.
Performans, ziyaretçilerin duygusuz olmayan, katılımı
Fakat bunlardan hiç biri, bir şey kesinlikle: sanat”
Luminarium
Tasarımcıları
Luminarium, 800 metrekarelik bir alana kurulmuş ve renkli
labirentlerden oluşan bir alandı. İçleri havayla doldurulmuş, bir mekan
tasarımıdır. Mimari olarak yenilikçi bir üslubu benimsemektedir. İslamî
mimarinin yanı sıra, doğal geometrik unsurlar kullanılmaktadır. Camilerin
kubbelerinden esinlenerek yuvarlak hatlar oluşturulmuştur. Değişik renklerden oluşan koridorların içinde
insanların rahatlaması hedeflenmektedir.
İçeriye girerken bir kılavuz, içeride nelerin yapılıp,
nelerin yapılmaması gerekliliğini anlatmaktadır. Ayakkabılar ve yüklü çantalar
Luminarium’un dışında bırakılmaktadır. 14 yaşın altındaki çocuklar içeriye
sadece ebeveynleriyle beraber alınmakta, içeride ise 15 dakikadan fazla
kalınmaması tavsiye olunmaktadır.
Mekan hava yoluyla ayakta durmakta olduğundan, girişte itici
bir hava akımıyla karşılaşılmaktadır. İngiliz mimarlar tarafından yaratılmış
Luminarium’da LevityII Sziget Festivali’nde sergilenen bir çeşittir. Levity II
dışında da pek çok farklı mimari çeşitlilikte Luminarium bulunmaktadır.
Festivalin ilginç alanlarından biri olan Luminarium, 15 dakikalığına da olsa
rahatlamak ve eşsiz bir mimarinin içinde bulunmak isteyenler için unutulmazdı.
Macar Televizyonu
Tiyatro ve Dans Çadırı – Magyar Televízió Szíház - És Táncsátor
Bu alan diğer sahnelerden farklı olarak modern sanatın
örneklerinin izlenebileceği bir sahneydi. Macaristan’ın ulusal televizyonu
tarafından kurulmuş alanda, dünyanın pek çok yerinden sanatçılar katılmıştı.
Tiyatro performanslarının yanı sıra, dansçıları da izlemek mümkündü. Bu çadırın
etrafında örgütlenen alanda sadece tek bir sahne bulunmamaktaydı: Grass adı
verilen bir mekan, açık hava sahnesi, tiyatro çadırı ve performans çadırı
olarak 4 ayrı platform bulunmaktaydı. Uzakdoğu sanatlarından, Türkiye’ye pek
çok performansı izlemenin mümkün olduğu sahnede, saat 20:00’da başlayan
performanslar, son ekibin saat 00:00’da sahne almasıyla sona ermekteydi.
Etnografik ve El Sanatları Yeri – Etnographic and
Handicraft Site
Bu alan adında anlaşılacağı gibi Macaristan’dan dışından
gelmiş olanlar için kurulmuş bir alandı. Bu senen ilk defa festival içinde
böyle bir atölye kurulmaktaydı. Gezip, Macar geleneksel el sanatları hakkında
fikir edinmenin yanı sıra, her gün saat 12:00’dan 20:00’a kadar süren
atölyelerde, el sanatlarının yapımı konusunda fikir de edinilebilmekteydi.
Üç Ayrı Noktada Benzer
Eğlenceler:
Dev Sokak Tiyatrosu – Nagy Utcaszínházak
Otomatik Tiyatro – Teatro de Automatas
Gezici Eğlence Panayırı – Vándor Vurstli
Bu ayrı nokta, birbirlerine oldukça yakın bir alanda
kurulmuştu. Avrupa’nın gezici tiyatrolarıyla, İspanya’nın otomatik kuklalarının
butluğu bir alandı. Etrafında çadırların kurulu olduğu bu alan festivalden
farklı da bir havaya sahipti. Ateş gösterilerinden, ateş dansçılarına,
hokkabazlardan, dev kuklalara kadar, kimi zaman festival alanında dolaşarak
gösterilerine izleyici toplamaya çalışan ekiplerin performanslarını izlemek
mümkündü.
Son derece yüksek enerjileriyle, seyircilerin de katılımına
izin veren performansçıların büyüleyici gösterilerini sadece Avrupa’nın tek tek
kentlerinde dolaşmaya gerek kalmadan bir arada izleyebilmek için bulunmaz bir
fırsattı.
Sessiz Disko – Silent
Disco
Her gece bin kulaklıkla hizmet vermekte olan sessiz diskonun
en büyük özelliğinin içeriden hiç müzik sesinin gelmiyor oluşuydu. Müzik
sesinin yerini, kulaklıklardan gelen müziklerin coşkusuyla çığlık atmakta olan
insanların sesiydi.
Saat 21:00 civarı hizmet vermeye başlayan diskoda müzik
sabah saat 04:00’a kadar devam etmekteydi. İki ayrı kanal bulunan kulakların, birinci
kanalında, dünya dans müziklerinden, ikinci kanalından ise, Macar Underground
müziklerinden örnekler eşliğinde dans etmek mümkündü. Kulaklıkların sayısının
bin olmasına rağmen, ana sahnede müzik bittikten sonra eğlenceye doymayanlar
sessiz diskonun önünde uzun kuyruklar oluşturmaktaydılar.
Octopus Multi - Art
Alanı – Octopus Összmüvészeti Helyszin
Bu alan festivalin içinde farklı bir alanda kurulmuş olan
bir alandı. Renkli ışıkları takip ederek rahatlıkla bulunabilen alan içinde,
pek çok farklı performans, sergi, multi – medya gösterileri, üniversite
öğrencilerinin disiplinlerarası işlerinin takip edilmesi mümkündü. Bütün
bunların yanı sıra profesyonel sanatçılar eşliğinde workshoplara da katılıp,
yeni bir şeyler öğrenilerek, tasarımlar yapılabilirdi.
Alan içindeki kapalı sergi mekanlarında geceleri banttan
verilen konserleri izlerken uyuya kalınmaya da izin verilmekteydi. Öyle ki
güvenlik görevlileri içeride uyuyanlar varken, serginin gezilmesine ya da
içeriye girilmesine izin vermiyorlardı.
Mokka Cuka ve Diğer Alanlar
Festivalde sabaha kadar dans edilebilecek pek çok farklı
disko alanının kimisinde canlı müzikler, kimilerinde ise djler eşliğinde
sabahın ilk ışıklarına kadar dans etmek mümkündü. Mokka Cuka da bunlardan
sadece biriydi. Avrupa’nın pek çok yerinden gelmiş djler eşliğinde dans
edilebilirdi. Dinlenmek için ise dış mekanlarda kurulmuş masalarda oturmak,
yemek yemek ya da bir çok farklı
milletten insanlarla sohbet edilebilirdi.
Festivalin Yayınları
Festivale gitmeden önce festivalde nelerle karşılaşılacağına
dair, ulaşımdan, alan dışında kalınabilecek yerlere, hangi sahnede kimin
performansının izlenebileceğine kadar hemen her soru cevap alınabilecek bir
resmi internet sitesi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu internet sitesinden pek çok
bilgi edinilip, hazırlıklı gitmek mümkündü.
Festivalin başından sonuna kadar nerede ne olduğunu ve
içeriğini anlatan, içinde performans merkezlerinin nereler olduğunu gösteren
bir haritanın da bulunduğu kalın kitapçıklar kılavuz olmaktaydı. Kimsiyse hiç
bir şey sormaya gerek bıraktırmayan kitapçıkların pek çok artısı bulunmaktaydı
bunlardan biri ise, yiyecek ve içecek fiyatlarının kitapçıkların arkasında ilan
edilmiş olmasıydı. Böylelikle, izleyiciler neye ne kadar para vermesi
gerekliliğinin bilinciyle hareket etmesini sağlanmıştı.
İngilizce ve Macarca olarak iki ayrı dilde, dilde basılan
kitapçıkların yanı sıra, Budapeşte’de günlük olarak metro ve kafelerden
ücretsiz olarak edinilebilen günlük küçük gazete: Metro, Sziget Festivali’nde,
neler olup bittiğinden her gün haber vermekteydi. Bu gazetenin 4. ve 5.
sayfaları ise yabancı konuklar için İngilizce olarak basılmaktaydı.
Bazı diğer yerel yayıncılar ise festivale özel basmış
oldukları dergileri ücretsiz dağıtmaktaydılar. Ancak bunların pek çoğu Macar’caydı.
Bunlardan biri ise ulusal gazetelerden biri olan ve çadırı ana sahnenin karşı
çaprazında bulunan Népszabadság idi.
Basına özel çıkan günlük raporlar ise, VIP’den her günün
ayrı ayrı gelişmelerini anlatırken, kaç izleyicinin nerede neyi seyrettiğini
belirtmekteydi. Basın için kullanılan ve basın toplantılarının yanı sıra,
çeşitli seminerlerin de yapıldığı profesyonel alanda ise, çeşitli fotoğraf, DVD,
katalog ve rapor gibi dokümanlardan edinilmek mümkündü.
İzlenilen Festival
Performanslarından Bazılarının Değerlendirilmesi
Sziget’de festivalin tamamını izlemek imkansız olduğundan ancak,
seçilmiş ya da tesadüfen karşılaşılmış performansların gözlemleri yapılabildi.
Festivale ise ikinci gün dahil olunabildi ve konserler ikinci günden itibaren
izlenebildi.
22 Temmuz 2016 Cuma
Dikkat: umut içerir!
İyiden iyiye karamsarlığın içine gömüldüğümüz bu günlerde
ruhumuzu bir parça soğutması açısından her dinlediğimde çoğunlukla bana kendimi
iyi hissettiren bu şarkıları /parçaları dinlemenizi tavsiye ediyorum. Umarım aynı his size
de geçer. Hatta belki kendi seslerinizi hatırlamanıza da yardımcı olur. O zaman
ne mutlu bana.
Toplam 15 +1 şarkı / parça var. Bir kısmı kendi bağlamı içinde değerlendirilip
dinlenebilir. Bir kısmı ise neşe ve sevgi ile...
1. Bob
Dylan -Mr Tambourine Man
2. Buffalo Springfield - Stop Children What's that Sound
3. The
Byrds (Pete Segeer) - Turn Turn Turn
4. Michael Jackson -They Don't Care About Us
5. Jamiroquai - Don't Give Hate a Chance
6. Peter Gabriel - Biko
7. Trio Marimberos - Viva la Vida
8. Claude Debussy - Clair de Lune (David Oistrakh)
9 . Gustav Mahler - Symphony no. 5 (The
World Orchestra for Peace / kondüktör:Valery Gergiev)
10. Nusrat Fateh Ali Khan - Sun Charkhe di
11. Janis Joplin - Try
12. Beatles - Yellow Submarine
13. Fiona Apple (Beatles) Across The Universe
14. The Shin - Mravaljamier
15. Frank Zappa - Eat That Question
Bonus: Timur
Selçuk - Halet Rezaki'nin şarkısı
Dikkat: umut içerir!
İyiden iyiye karamsarlığın içine gömüldüğümüz bu günlerde
ruhumuzu bir parça soğutması açısından her dinlediğimde çoğunlukla bana kendimi
iyi hissettiren bu şarkıları /parçaları dinlemenizi tavsiye ediyorum. Umarım aynı his size
de geçer. Hatta belki kendi seslerinizi hatırlamanıza da yardımcı olur. O zaman
ne mutlu bana.
Toplam 15 +1 şarkı / parça var. Bir kısmı kendi bağlamı içinde değerlendirilip
dinlenebilir. Bir kısmı ise neşe ve sevgi ile...
1. Bob
Dylan -Mr Tambourine Man
2. Jefferson Airplane - Stop Children What's that Sound
3. The
Byrds (Pete Segeer) - Turn Turn Turn
4. Michael Jackson -They Don't Care About Us
5. Jamiroquai - Don't Give Hate a Chance
6. Peter Gabriel - Biko
7. Trio Marimberos - Viva la Vida
8. Claude Debussy - Clair de Lune (David Oistrakh)
9 . Gustav Mahler - Symphony no. 5 (The
World Orchestra for Peace / kondüktör:Valery Gergiev)
10. Nusrat Fateh Ali Khan - Sun Charkhe di
11. Janis Joplin - Try
12. Beatles - Yellow Submarine
13. Fiona Apple (Beatles) Across The Universe
14. The Shin - Mravaljamier
15. Frank Zappa - Eat That Question
Bonus: Timur
Selçuk - Halet Rezaki'nin şarkısı
21 Temmuz 2016 Perşembe
Müzik gönlümün ekmeği...
15 Temmuz günü, güneşin ışıl ışıl parladığı, insanların
sevgiyle birbirine baktığı, deniz, kum ve müziğin birleştiği Kuşadası Sevgi
Plajı'nda Milyon Yapım tarafından gerçekleştirilen Kuşadası Gençlik
Festivali'nde, tam da yıllar önce hayal ettiğim biçimiyle (yıllar önce ilk kez
Sevgi Plajı'na gittiğimde oradaki sahil şeridinde yapılacak bir festivalin
güzelliğini hayal etmiştim. Ne de olsa serde eski festivalcilik var) yapılan
festivalde yerimizi aldık. Biz alana vardığımızda organizasyonda yer alan
arkadaşlarımdan aldığım haber festival alanında
o an itibarıyla tam tamına 10
bin kişinin yer aldığıydı (festival sonuna kadar bu rakam 40 bini bulmuş). Gündüz saatlerinde Yok Öyle Kararlı Şeyler'in
arkasından sahne alan sevgili Jehan Barbur'u şahane ekibiyle birlikte izleme
fırsatımız oldu. Jehan sahneden, bizimle bu güzel anları paylaştığı için mutlu
olduğunu haykırıyor, dışarıda olan kötülüklere bir saat mola verebildiğimiz
için şanslı olduğumuzu söylüyordu. Onun bu sözleri ve şarkıları, olan bitene
karşı ruhumuzu bir parça da olsa serinletiyordu.
Birkaç saat ara verip kaldığımız yere dönüp gecenin
ilerleyen saatlerinde tekrar festival alanına dönmekti niyetimiz. Ne yazık ki
aldığımız haberler dolayısıyla hevesimiz kaçmış evde oturup kendimizi Black
Mirror hatta yer yer Utopia dizisinin setine dönüşen haberlere kilitlemiştik
bile... Festivalde yer alan güvenlik görevlisi arkadaşlarımızın hepsiyle daha
önce birlikte çalışmışlığım vardı. Yani canımızı rahatlıkla emanet edebilirdik.
Festival alanında herhangi bir güvenlik sıkıntısı çıkmayacağına dair güvenim
tam da bu sebeple 'tam'dı. Yani alana geri dönememe sebebimiz tamamen
moralsizliğimizdendi. Oysa bunu en son
yapması gereken kişi bendim belki de. Çünkü aylardır -şimdi de olduğu gibi- müzisyenler
dahil olmak üzere pek çok kişinin ruhuna çöken karamsarlığa karşı umudu
taşımaya son raddeye kadar devam etmiştim. Kendi adıma her ne kadar yaşanan
sürece dair yüreğime karanlık çökmüşse de festivalin son sürat devam edişi ve
başarıyla bitişi yeniden içimdeki tohumları yeşertmeye yetti.
İKSV Caz Festivali'nde zorunlu olarak iptal edilen konserler
dışında devam eden konserler de umut ışığını taşımamı sağlıyor. En azından
birbirinden başarılı müzisyen arkadaşlarımız müziğini her şeye rağmen yapıyor.
Geçenlerde Vedat Sakman ile görüştüğümde "eskiden
-yanılmıyorsam 12 Eylül'den önce- 10 Kasımlar dışında her gün müzik yapılırdı,
bu ülkede" demişti. Tam da söylediği biçimde Cumartesi gecesi kendi grubu
Grup Artniyet ile birlikte yine Sakman Konak'ta, sahnesinde olacak.
Yazıyı pek konser haberlerine dönüştürmek istemesem de umudu anlatmanın somut başka bir yönteminin henüz elimde olmadığından yapılacak konserlerden bahsetmek istiyorum. Hem müziğin sadece eğlence aracı olmadığını birbirimize bağlanmamızı aynı duyguları paylaşmamıza zemin hazırladığını da söylememe gerek yok sanırım.
Örneğin, Cuma gecesi Kadıköy Karga'da Nihil Piraye'yi izlemek mümkün. Yine Cumartesi gecesi sevgili Ülkü Aybala Sunat ve sevgili Eylül Biçer Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde Artiz Kahvesi isimli albümlerinden şarkılarını seslendirecekler, onlara albümde de eşlik eden birbirinden iyi müzisyen arkadaşlarımız eşlik edecek. Aynı biçimde bu yıl Yavuz Çetin'in anısına üçüncü kez düzenlenen YavuzFest16'nın da yapılacağının bilgisi sevindirdi.
Öte taraftan tatil beldelerinde de müzik devam ediyor.
Ağustos ayı içinde bir aksilik olmazsa Buika Bodrum Antik Tiyatro'ya ve
Kuşadası'na geliyor -o kadar sık ziyaret ediyor ki burası artık onun yarı evi
sayılır -. İptal edilmeyen ve orada dile gelecek her müzisyenin güzel
enerjisinin memleketi ve dünyayı saracağına inandığım Çeşme Reggae Fest de 22
Temmuz'dan 24 Temmuz'a kadar ışıyacak. Öte taraftan Pozitif'in
organizasyonluğunda yapılacak Uluslararası D- Marin Klasik Müzik Festivali de
Ağustos ayında müzikseverleri Bodrum'da buluşturacak.
Elbette bir dolu iptal olan ve müzisyenlerin en başta da ekonomik sarsıntılar yaşamasına sebep olan konserler de var. Bunun için müzisyen arkadaşlarımı ve müzikle uzaktan yakından ilgilenen herkesi yan yana durmaya davet ediyorum. Hep konuştuğumuz konuları belki bir kez daha gözden geçirmeye ihtiyacımız vardır. Yani "müzik sustu, iş bitti" demek ve asla üstümüze göre biçilmeyen giydiğimizde sakil duracağını bildiğimiz bu elbiseyi giymek hiçbirimizin yapacağı iş değil ve olmamalı!
Varsın Joan Baez ensemizin kömür karası olduğunu söylesin,
burası kadar kötü durumda bir yerle daha karşılaşmadığının altını, üstünü her
yanını çizsin. Elimizde, ağzımızda, dilimizde
enstrümanlarımız, kalbimizde müzik olduktan sonra umut hep vardır,
olacaktır!
Son not: Türkiye'nin Müzik Kültürü Dergisi Andante'nin
çıkması için elimizden gelen her şeyi yapmaya da devam ediyoruz. İşimizin
başındayız. Yazıyor ve umudu taşımaya devam ediyoruz. En iyi bildiğimiz şeyi en
iyi şekilde sevgimizle yaptığımız sürece de umutlu ve mutluyuz.
Ah bir de müzisyenler bir arada olsa...
3 Mayıs 2016 Salı
Radiohead ne yapıyor?
Radiohead'in "sektör" karşıtı duruşunu sistemin araçlarını kullanarak sergilemesini, en az müzikte 'yeni'nin peşinde olmalarını takdir ettiğim kadar hayranlıkla izledim [1]/ tartıştım. Hatta yazmakta olduğum tezimde verdiğim örneklerin içinde ve savunmakta olduğum meselede de gösterdiğim en önemli model olmuştur. Radiohead ve Thom Yorke duruşu. Son olarak grup Youtube ve Spotify'a kendi müzikleri üzerinden para kazanmalarını istemediklerini bu sebeple de adsense hesaplarını kapattıklarını duyurmuştu.
2007 yılında ise piyasaya neredeyse bomba etkisi yapan bir olay yarattı ve “ne kadar istiyorsan o kadar öde” gibi bir kampanyayla albümlerini internet üzerinden piyasaya sürdü. Bu onların7. stüdyo albümleri 'Rainbows'du ve müzik piyasasındaki haksız rekabet /kazanç ve beraberinde gelen şirket politikalarına bir duruş niteliğindeydi. Öte taraftan önceki albümleri olan 'Hail to the Thief'den elde ettiklerin gelirin üstünde bir gelir sağlamışlardı:
“Thom Yorke'un söylediğine göre, 'In Rainbows'a ödenebilecek en fazla miktarı £99.99 olarak belirlemişlerdi ve bu miktarı ödeyen 15 kişi vardı, grup üyeleri o 15 kişi arasında değildi. 'In Rainbows'un gruba ne kadar satış geliri sağladığı rakamsal veri olarak hiç açıklanmadı; birçok kişi BitTorrent'ten bedave indirse de, bir önceki albümleri 'Hail to the Thief'ten daha fazla kazandıkları söylendi.”[2]
Bu aynı zamanda Torrent'in de legalleşmesi konusunda oldukça önemli bir adımdı. Grup son birkaç gündür ise müzik sektörünü sarsacak bir hamle yapacakları gibi bir beklenti içine soktu. İngiltere'deki hayranlarına posta yoluyla "Burn toWitch" mesajı içeren kart attı:
Bütün sosyal medya araçlarını hatta internet sitesini bile sıfırladı. 3 Mayıs sabahı, yani bu sabah yaklaşık 3 saat kadar önce ise ilk sosyal medya paylaşımını Instagram üzerinden yaptı: "Burn to Witch.
Bütün bu olan bitenin altından ne çıkacağı konusunda ufak tefek tahminlerimiz olsa da şu anda olan şeyin kesinlikle albümün beklentisini çok yükselttiğini söylemem gerekiyor:
Sosyal Medya:
https://www.facebook.com/radiohead
https://twitter.com/radiohead?lang=en
http://www.radiohead.com/deadairspace
[1] Bir gece Thom Yorke'u rüyamda görüp arkama bakmaksızın Sziget'e gittiğim de doğrudur.
[2] http://www.veganlogic.net/
29 Nisan 2016 Cuma
İstanbul'dan Meredith Monk geçti:
Sesin Keşişi
Meredith Monk (1942)'un müziği için arkaik ve avangart
buluşması demek yanlış olmayacaktır. Dün gece Garanti Caz Yeşili Konserleri kapsamında Zorlu PSM Drama Sahnesi'nde olan
da tam olarak buydu. Tek başına sahne alan Monk, sahneyi arkaik bir dolu figür
ile doldurup, taşırıyor parça bitimlerinde esprili konuşması ve yüzünden hiç
düşmeyen gülümsemesi ile izleyicileriyle arasında sürekli bir enerji akışını
mutlak kılıyordu. Sanki sahnede 74 yaşında bir kadını değil belli müzikal
olgunluğa erişmiş, mütevaziliğinden hiç ödün vermeyen 'genç bir hanım'ı izliyor
gibiydik. Sayısız müzisyen yetiştirmiş, 20. yüzyılın şanına yaraşır avangart ve
disiplinler arası tiyatro, yeni opera ve sinema yapıtlarına imza atmış müzisyen
olma özelliğinin yanına Monk bir de büyücülüğünü eklediğinde ortaya tek kişilik
dinlemeye doyum olmayan işitsel bir şölen çıkıyor.
Monk müziğini dinlerken hissettiğim genel olarak 'dünya
turu' hissi olmuştu. Tibet rahiplerinin overtone pratiğinden, Moğol şaman
geleneğine, Eskimo kadınlarının şarkı söyleme tavrından, 'uzakdoğu'
pentatonizmin duruluğuna... Bunlara ek
olarak modern ya da arkaik her noktada insanların genel geçer hayat içinde
çıkardıkları 'seslerin müziğe dahil olması meselesi' ki bu zaten 20. yüzyılın
vazgeçilmez müzik teorilerinden biri olarak çoktan John Cage tarafından
reddedilmesi zor bir biçimde önümüze sunulmuştu. Meredith Monk'un da bu
teoriden esinlenmesi pek de şaşırtıcı bir durum değildi. Bazı müzikal
benzeşmelerle sebebiyle zaman zaman isimleri birlikte anılan Monk ve Cage
birlikte aynı projede de yer almışlardı: Piano and Voices (1992) - o projede
Anthhony de Mare de bulunmuştu-.
İlk yarıda tek başına, efektlerden arındırılmış mikrofonuna
her açıda ne olacağını gayet iyi bilerek farklı açılardan nefesini /sesini
verdi. Salonda kendini kutsanmaya açmış herkes kutsanmışlık, sanatsal beklenti
içinde olanlar doygunluk, ondan bir şeyler öğrenmek (yıllardır kayıtlardan
dinledikleri ve izledikleri bu kadından ufak da olsa) isteyenler de
istediklerine kavuşmuştu.
İkinci yarıda sahnede duran piyano bilindik Monk parçalarının
icra edileceğinin ayak seslerini duyuruyordu.
Öyle de oldu zaten 'Dolmen Music albümünün ilk parçası 'Gotham Lullaby'
ile açılış yapıldı. Derken parçalar sırasıyla döküldü Book of Days'den, Facing
North'tan... En sevdiklerimizden biri olan 'Education of the Girlchild[1]- The Tale (Dolmen Music,
1979, ECM)'in içine serpiştirdiği 'benim hâlâ telefonum var, benim hâlâ alerjim
var..."[2]
gibi Türkçe cümlelerle esprili karakterini de ortaya koyuverdi. Seslendirdiği parçalar arasında yine 'Dolmen Music'ten 'Travelling' de
bulunuyordu.
İkinci yarı
Monk'un müzikal tarihinin de ikinci yarısı gibiydi: daha minimalist tınılarla
başladı ve son buldu. Shruti Box eşliğindeki ninniden önceki son parça ise elbette 2008 yılında yine ECM etiketiyle yayınlanan 'Impermanence' albümünden 'Last Song' idi.
Benim açımdan oldukça kafa açıcı bir konser oldu. Dediğim gibi,
pratikte birlikte söylemesek (içimden bol bol söyledim) ve "şunun şurası
da şöyle olacak" minvalinde (aaa bu da böyleymiş farkındalığı
yaratmadığını söyleyemem) bir workshop çalışması olmasa da konserin bana
kattığı şeyler pratik anlamda büyük oldu. Öte taraftan 20. yüzyıl avangart
müziğinin o ya da bu biçimde içine işlemiş, zaman zaman başka türlere de sirayet
etmiş en önemli isimlerden birini sahnede izleme şerefine nail olmak benim için
yeterince tatmin ediciydi.
Konser bütününde bir kompozisyon içeriyordu. Üzerine tek tek
düşünülmüş, yüzlercesi arasından seçilmiş parçalar ve bütün çıplaklığı ile Monk
bana öğütlediği gibi yapmıştı belli ki: "Yaptığın şey çok değerli ve onu
yapmayı hiç bırakma"... O hiç bırakmamıştı. Parça aralarına serpiştirdiği
ninnilerin içinde son bir sürprizi vardı: 'dandini dandini dastana'. Söz:
anonim, Müzik: Meredith Monk.
Meredith Monk'u yaşamı boyunca hiç duymamış birileri yoktu
konserde. İzleyici olaya hakim ve ilgili görünüyordu. Son zamanlarda konsere
gelip konser esnasında sosyal medyaya takılanların sayısındaki artış hiç bu
konsere sirayet etmedi.
Ben "daha fazla izleyici olur salon dolar taşar"
diye düşünürken, tahminim doğru çıkmadı. Ama yine de oran %80 civarında bir
doluluktu.
Meredith Monk'un avangartlığının aslında avangart olmadığını
söyleyen izleyici yorumları oldu.
Sevgili Ceylan Ertem'in incelikle Meredith Monk'a bir
Müzeyyen Senar plağı hediye ettiği de kayıtlara geçsin.
Kulise girmek için epey uğraşmam gerekti.
Kuliste o ninniyi çok beğendiğini söyledi. "Belki
birlikte söyleriz bir gün..." sözüyle ayrıldım yanından.
Bir daha kendisiyle bir araya gelir, yeniden onu izleme
şansı bulabilir miyiz bir muamma...
Keşke daha fazla vokalist gelseydi (bir dahaki için
temenni).
[1]
Parça aynı zamanda 'Piano and Voices' albümünde de yer alıyor.
[2]
İngilizce cümleler parçanın içinde aynen bu biçimde bulunuyor "I still
have my telephone/ I still have an allergy"
20 Nisan 2016 Çarşamba
Dikkat, saf sevgi içerir!
Geçtiğimiz haftalarda sevgili Özge Ürer'in 'Duvar isimli
albümü, dijital platformlarda Monoplay etiketiyle yayınlandı. Şarkıların
hepsinin kendine ait olduğu albümde son dönemde birçok farklı ve iyi projeye
imza atmış ve atmakta olan müzisyen kadrosu bulunuyor.
"Tutkuyla şarkı nasıl söylenir?" diye soracak
olursanız, bu topraklarda somut olarak gösterebileceğim isimlerden biri
kuşkusuz Özge Ürer olacaktır. Özge 'yi bildim bileli şarkıcılığını hep takdir ettim. Birisinin
sadece dinleyerek kendini müzikal olarak bu kadar iyi evriltmiş olması ve şarkı
söyleme konusunda becerikliliği beni her zaman derinden etkilemiştir. 'Duvar '
albümü ise epeydir beklediğim bir projeydi. Albümün ilk konserinin yapıldığı
gece Özge'nin sahnede ne kadar büyüleyici olduğunu bir kez daha hatırladım (5
Mayıs gecesi Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde albümün ikinci konseri lansmanı
yapılacak). Kocaman sahneyi tutkusuyla, haliyle tavrıyla o kadar iyi dolduruyordu ki...
Albüm, kadrosunda ise birbirinden iyi müzisyenleri barındırıyor:
Emre Kula (gitar), Volkan Topakoğlu (bas), Meriç Dönük (arp), Evrim Tüzün (klavye),
Onur Başkurt(davul), Mert Fehmi Alatan (trompet) ve Barış Ertürk (saksafon)...
Albüm ne kadar zamanda oluştu?
Albüm aslında bundan
iki sene önce oluştu. Ama bir çok badire atlattıktan sonra ancak 2016 Mart
ayında insanlara ulaşabilir hale geldi. Bu badireler ülkemizin yaşadığı
dönemeçler ve bir müzisyenin müzik piyasası içinde yaşadığı zorluklar olarak
özetlenebilir.
Şarkıların hepsini
sen yazdın... Nasıl yazıldılar?
Aslını istersen şarkıların çoğu sevgiliye yazılmış şarkılar.
Yaşanmışlıklar içeriyor, romantik, tutkulu, duygusunu geçiren, kimi zaman mizah
içeren sözlerle ifade edilen şarkılar. Ama bu aşk şarkıları; "bana neler
ettin", "şöyle acı çekiyorum", "böyle geberiyorum", "sen
de gör gününü inşallah" şeklinde günümüz 'acılı', 'ağlak' şarkılarından
değil. Aksine seviyorsa sevdiğini kutsayan, kızıyorsa da mizah duygusuyla
derdini anlatan bir yapıya sahip. Acı istemiyoruz, sevelim, sevişelim ve
derdimiz bu olsun. Benim aşktan anladığım bu ve yazdığım şarkılar da böyle.
Albümün ismini veren 'Duvar' şarkısı
bu anlamda ayrılıyor. Şu anda dünyamızda ve toplumun içinde evinde, işinde,
ilişkilerinde, ülkesinde, şehrinde, sistemde, birey olarak kalan, karanlıklarla
mücadele etmeye çalışan, yalnız olduğunu hisseden ve buna katlanmak zorunda
olmadığını bağıran bizleri anlatıyor aslında. Zaten albümün adının da 'Duvar'
olmasında etkisi büyük oldu. İki kere bile düşünmedim öyle diyeyim. Ayrıca
altyapı olarak da Pink Floyd, Led Zeppelin, Queen gibi büyük gruplara selam
çakan bir şarkıdır. Onların tınılarını
duyabilirsiniz.
Albümde birçok iyi müzisyen arkadaşımızın emeğini görüyoruz... Kimler ne gibi katkılar sağladı?
Albümün oluşumunda çok
sevdiğim, her biri enstrümanında müstesna müzisyen dostlarımla çalışma fırsatım
oldu. Davullarda eşim Onur Başkurt var. Kendisi ilham kaynağımdır. Bu süreçte bana
inanılmaz da destek olmuştur. Gitarlarda Emre Kula, bas ve doublebass’larda Volkan
Topakoğlu, klavyede Evrim Tüzün albümün tümünde ve aranjmanlarında benimle bir
oldular. İlk çalışmaya başladığımızda evde yemekler hazırlıyor, -fena yemek
yapmam söylemesi ayıp- kandırıyorum onları... Benimle çalışsınlar diye elimden
geleni yapıyordum /yapıyorum. Çünkü onlarla çalışmak istiyorum. Hepsi çok yoğun
deli gibi çalıyor: ikisini bir arada bulmak olay, dördünü bir araya getirmek
mucize! Neyse yemekti, sohbetti derken ön çalışmalar yaptık, muazzam
aranjmanlar çıktı kısa bir zamanda ve albümü kaydettik. Bir şarkıda trompette
Mert Fehmi Alatan ve saksafonda Barış Ertürk eşlik ediyor. Ve de arp
enstrümanıyla Meriç Dönük var tabi ki. Meriç, uluslararası bir arp sanatçısı,
onunla çalmayı çok istiyordum, o da beni kırmadı ve Türkiye’de alternatif müzik
sahnesine 2 tane güzel performans hediye etti, benim şarkılarım da vesile oldu.
Albümün artwork’ünden bahsetmek gerekirse, kapak fotoğrafını Atalay Yeni çekti.
Bütün tasarımları (logo, monogram, font) ve illüstrasyonları Seher Kış yaptı.
Atalay ve Seher de yine çok yakın arkadaşlarım sevdiğim insanlar. Onlar da
yeteneklerini konuşturdular. Albümün gözle görünür tarafını çok güzel
yansıttılar. Genel olarak şunu söyleyebilirim: A’dan Z’ye çalıştığım insanların
hepsiyle sevgi bağım var, hepsi çok iyi dostum, arkadaşım. Saf sevgiyle yapıldı
albüm, o yüzden de çok değerli hepimiz için, hepimizin albümü çünkü.
Biraz kendinden de
bahseder misin? Ne zamandır müzikle ilgileniyorsun?
Ben Ünye doğumluyum,
18 yaşıma kadar Karadeniz’in bu tatlı ilçesinde yaşadım. Ailem müzikle iç içe
oldu hep. Babam Selçuk Ürer, yıllardır Ünye Kültür ve Musiki Derneği’nin
başkanı. Daha öncesinde de dernekte hep faal vaziyette oldu. Vurmalı çalgılar
ve davul üzerine ehilleşmiş. Annem de derneğin korosunda şarkı söylüyor. Tabi
burası Ünye’nin müzisyen yetiştirme yuvası. Ailemizin etrafında hep usta
sazendeler oldu. Ben de daha 8 yaşındayken bir aile meclisinde enstrümanımım keman
olmasına karar verdik. Neyse Türk Musikisi, keman derken, ergenlikle birlikle
rock müzik ve bir sürü başka müzik türünü keşfedince bana bir haller geldi,
önce gitar çalacağım, sonra şarkı söyleyeceğim derken, Yıldız Teknik
Üniversitesi'ni kazandım. 2001 yılında İstanbul’a gelmemle birlikte kendimi
sahnede bulmam bir oldu. Sonrası zamanla daha da profesyonelleşen bir müzik
hayatı... Bir sürü değerli müzisyenle rock, funk, soul, reggae, elektronik, etnik,
deneysel birçok müzik türünde çalışma yapma fırsatı ve önde gelen müzik
mekanlarında sayısız sahne alma şansım oldu. Ve sonunda albüm.
Sen aslında
Kadıköylüsün de...
Kadıköy bizim evimiz, Avrupa yakasında işimiz olur, vapurdan
Kadıköy’e adım attığımız anda, Onur ile bir 'oh' çeker, 'eve geldik' deriz. Ev
illa kapısı bacısı olan yer değil işte ev dediğin Kadıköy. Kadıköy kültürüyle,
insanıyla, doğasıyla, dokusuyla insanları besleyen bir semt. Bir müzisyen
olarak eğer, tren yolunun kenarında yürüyüp de, ağaçlardan, demiryolundan ilham
alıp bir şeyler yazabiliyorsam (doku, koku artık ne dersen) daha doğrusu
Kadıköy bana bunu yazdırabiliyorsa, "daha ben nerede yaşayayım?" diye
sorarım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)
Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri… Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...
-
Tef, bulunduğumuz coğrafya içinde pek seviliyor. Gazinolarda, konserlerde müziğin coşkusunu hissetmek için kullanmaya ise bayılınıyor. Riti...
-
Onun gökkuşağı düşlediği armoniydi... Eminim Tevfik Hoca'yı benden daha iyi anlatacak birçok müzisyen dostu vardır. Onu kaybettiği...
-
Çin işi Japon İşi: Koto Bu aydan itibaren, şöyle bir Uzak Doğu’ya uzanalım istedik. Geleneksel Japon kültürüne ve pek tabii ki o kültürü...