14 Kasım 2017 Salı

Nasıl çalındıysa öyle... VON

Serkan Tosun ve o zaman henüz ismi belli belirsiz olan Von ile kurulması hedeflenen ancak üç toplantı sonunda gerisi gelmeyen 'Bağımsız Müzik Oluşumu' toplantılarında tanışmıştım. 

Aylar süren yazışmalar, alışverişler ve Burgazada Progresif Müzik Günleri başta olmak üzere, verdikleri butik konserlerle arkadaşlığımız ve müzik dostluğumuz pekişti. Şimdi onlar kilometrelerce uzaktalar ama halen bu toprakları el emeği, göz nuru, kulak dostu müzikleriyle beslemekteler. İlk başta 'karanlık tınılar'ı anımsatan müzikleri beni hep aydınlattı. Gün gibi hatta! 

"Kayıtları daha iyi olsa mı?" diye düşündüğüm gruplardan. Çünkü hızlı tüketime ve lo-fi kayıtlara alışık dinleyiciler için yitip gitmesini istemediğim müziğin bizatihi sahibi VON. Ancak burada misyon anladığım kadarıyla 'nasıl çalınıyorsa, çalınırken nasıl duyuluyorsa o'. Zira kendileri de bu şekilde adlandırıyorlar. Yeni EP'nin linki ve haklarındaki küçük yazı aşağıda. Dinleyelim, dinlettirelim. 



VON *

Uzun yıllar boyunca farklı topluluk ve stillerde müzik yapmış müzisyenler olan Serkan Tosun, Kaan Kıvılcım ve Cenk Emrah Es'in bir araya gelmesiyle 2015 yılının Aralık ayında kuruldu.

VON tarzını Avan-Guard/Progressive olarak tanımlamaktadır. Ancak parçalarının içinde farklı müzik tarzlarından da pek çok öğe bulundurmaktadırlar.

VON kariyerine İspanya'da devam etmektedir.

(*) VON kişinin ilüzyon halinden çıkmayı reddetmesi durumudur.

Cenk Emrah Es – Gitar & Vokal
Kaan Kıvılcım – Davul & Perküsyon & Vokal
Serkan Tosun – Bas

Türkçe Blues için Engin Yavuz

Gitarist ve solist Engin Yavuz'un 2015 sonlarında oluşturduğu blues bazlı trio Engin Blues, Kasım başında yeni bir EP yayımladı. Tüm dijital platformlarda (Spotify, iTunes, Fizy, Deezer…) bulunan Altın Ayı dört özgün Türkçe beste içeriyor ve tüm şarkıların söz ve müzikleri Engin Yavuz'a ait.

Bomonti Müzik'te kaydedilen parçalarda gitar ve vokaldeki Yavuz'a bas gitarda Berkan Dalkıran ve davulda Canberk Emir eşlik ediyor.

50'lerde dünyadaki popüler müziği etkilemiş blues, country ve rockabilly gibi trendlerin müzikal özelliklerini kendi modern özgün besteleriyle birleştirmeyi deneyen Engin Blues, müzikseverlere sunduğu dört parçada da “retro” ile günümüzün bir arada yorumlanması öne çıkıyor. 

EP'ye adını veren şarkı Altın Ayı, Yavuz'un sinema sektörünü çeşitli klişelerle hicveden eğlenceli bir rock'n'roll/12 bar blues gelgiti ile oluşmuş. Parçada kon

uk müzisyenler Dinçer Tuğmaner (mızıka) ile Daniel Taşel (keyboard) öne çıkıyor. Engin Yavuz'un kaderleri birbirine benzeyen bir Amerikalı bir de Türk gitaristin gerçek öykülerinden esinlenerek yazdığı Nolur Yine Çal, Türkiye'de pek de tanınmayan,  rock'n'roll'un en erken hali kabul edilen "Rockabilly" tarzında modern bir yorum. Grubun blues köklerinden vazgeçemediğinin bir işareti olan Yine Yamuldum, kendine özgü akor dizisi üzerine mızıkada bu kez A. Burak Ocakçı'yı konuk ediyor. Hayli dinamik ve enerjik bir enstrümantal olarak Twistanbul, country ve rockabilly melodileriyle bezenmiş bir dans parçası olarak kapanışı yapıyor. EP geneline geri vokallerde Sinan A. Koçak, Sinan E. Erk,  Necmi M. Tangay ile Dan Phillips katkıda bulunuyor.

Altın Ayı kapağındaki sinema salonu giriş illüstrasyonu, yurtiçi ve yurtdışı çalışan İstanbul merkezli küratör, sanat yazarı, sanatçı ve amatör müzisyen Sinan Eren Erk imzası taşıyor.*

*Basın bülteninden aynen alınmıştır. 

Altın Ayı dinlemek için

Engin Blues sosyal medya hesaplarına aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:

Ayrıca Engin Yavuz ile Andante Dergisi'nin (sanırım hiç yayınlanmadı) 'Benim Koleksiyonum' köşesi için yaptığımız görüşmeyi aşağıda okuyabilirsiniz.  







5 Kasım 2017 Pazar

Albüm kritik no:1

Uzaklar
Kharoon/Ölülerin Kayıkçısı
****
Ada Müzik
2015
CD/ Digital


Yapımcılığını Serkan Fidan'ın (ellipsis) üstlendiği albümde kimler yok ki...Her biri kendi enstrümanında ustalaşmış yirmiden fazla müzisyen, Kharoonband'de yer almış: Baki Duyarlar, Şenova Ülker, Cem Aksel, Erdem Sökmen, Kağan Yıldız, Özgür Özkan Mete, Tolga Çebi, Barış Bölükbaşı, Sinan Arslan, Tamer Temel, Yasin Kayırt, Öykü Karadağ, Aylin Özer, Kıvanç Güçkırani İndira Mas, Çağdaş Oruç, Fatih Ahıskalı, Gökmen Karadağ. Ayrıca Baki Duyarlar albümün şarkı düzenlemelerini ve müzik direktörlüğünü üstlenmiş. Bu kadar iyi müzisyeni bir araya toplamış bir albümün arşivinizde yer almasını öneriyorum. Üstelik,
sound, kurgu, tını her şey yerli yerinde. 

Özge Ç. Denizci

24 Ekim 2017 Salı

27 Kulübünün en meşhur parçaları




Madem ki '27'yi yazdık, o zaman blogumuzdan da 27 Kulüp üyelerine bir selam çakalım ve onları en meşhur parçalarıyla yad edelim.







Kuşkusuz '3 J' olarak da bilinen, Janis Joplin Jimi Hendrix ve Jim Morrison'un parçalarının ve hatta yer yer performanslarının çoğu kulaklarımızda. O zaman onlarla başlayalım (eh seçmek pek kolay olmayacak sanki).




1. Janis Joplin- Piece of My Heart



2. Jim Morrison (The Doors) - Light My Fire

 

3. Jimi Hendrix - Hey Joe



Sırada ise hiçbir zaman kulaklarımızdan silinmeyen ve 90'lı yıllara damgasını hem şarkılarıyla hem de ölümüyle vuran Kurt Cobain var. 

4. Kurt Cobain (Nirvana) - Smells Like Teen Spirit


Yakın zamanda içimizi buran ölümüne tanıklık ettiğimiz Amy Winehouse'un şarkıları arasından en sevdiğimizi seçmek oldukça güç, çünkü çoğu parçası 'hit'. Ancak içlerinden 240 milyona yakın tık ile öne çıkan bir parça var ki... 

5. Amy Winehouse - Back to Black 


Çalıştığı bar sahibi tarafından hunharca katledilen Blues'un duayen ismi, ruhunu şeytana o kavşakta sattığını Crossroad şarkısı ile dile getiren Robert Johnson...

6. Robert Johnson - Crossroad    





Neredeyse ölümünden hemen önce yollarını ayırmış olsalar da o hep gönlümüzün Rolling Stone üyesi...

7. Brian Jones (Rolling Stones) 


Liste Uzayıp gidiyor. 50'nin üzerinde müzisyen ne yazık ki bu kulübün üyesi. Aşağıdaki linki takip ederek. Kitapta yer alan müzisyenlerin çalma listelerine ulaşabilirsiniz.


Bu da kitabın tanıtım filmine göz atmak isteyenlere gelsin. Aman 27'ye dikkat! Hele ki müzisyenseniz.



 





2 Ekim 2017 Pazartesi

Datça’da hayata müzikle değmeğe çalışmak


Kültür ve sanat üretiminin temellerini atmak için her zaman sıfırdan başlamak gerekiyor. Aile içinde sanatla iç içe olan çocuklar genel olarak vizyonları çok daha açık büyüyorlar. Okullar ise (her ne kadar Pink Floyd’un o meşhur şarkısında dediği gibi mutlak suretle duvarları kırılması gereken yeni sosyal ‘hapisaneler’imiz gibi olsa da…) sanat hareketinin başlaması için ikinci bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Böylelikle yeni özgürlük alanlarını da ister istemez oluşturmuş oluyoruz.

Hele ki müzik ile…
 
Kendini ifade etmenin en pür hali değil midir müzik? Bu yüzden pek çoğumuz bize temas eden ve yer yer dokunan müzikle iç içe değil miyiz? En azından çoğumuz bunun anlamını iyi biliyoruz. Yani bir icracı tarafından seslendirilen herhangi bir şarkı, gelip de hayatımızın bir noktasında durmuyor mu? Çoğumuzun da “Ah şu şarkı çalsa keşke de hüzünlensek” ya da “Neşemizi bulsak” dediği zamanlar olmuyor mu?

***
Birkaç yıl önce Keşan’a bağlı Enez’de çocuklarla bir atölye çalışması gerçekleştirmiştik. Eşim İlker Görgülü, sevgili arkadaşlarım, dansçı ve oyuncu Sevi Algan, oyuncu Erol Babaoğlu ve yine oyuncu Hakan Polacanlı ile birlikte bir haftalık bir çalışmanın sonunda iki farklı oyunu çocukların sahnelemesi için yoğunlaştırılmış bir çalma yaptık. Müzik ise bu işin lokomotiflerinden biriydi. Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP)’ndan sevgili arkadaşımız Ege Sakin önderliğinde çocuklara değebilmiş, hayatlarında farklı bir noktaya sanat ile dokunabilmiştik. Eminim ki şimdi o çocuklar, onlara öğrettiğimiz biçimiyle doğaya çok daha saygılı ve sanata çok daha yakınlar. Bir haftalık çalışma sonunda üzerime düşen görevi layıkıyla yerine getirdiğimi, o çocukların son gün yaptıkları gösteride bir kez daha anladım. Hiçbir şey olmasa da sahne tozu yutmuş, dinlemenin ve yerinde hareket etmenin anlamını bir parça da olsa kavramışlardı.


***
Gelelim Datça’ya… Her ne kadar temelleri yıllar önce atılmış olsa da henüz Datça’ya fiilen taşınalı çok uzun bir zaman olmadı. Bu küçük zaman zarfında önemli bir kesimin müzikle, sanatla bu kadar ilgili olduğunu görmek ise mutluluk vericiydi. Yaşadığımız yer doğası bir yana, insanı açısından da oldukça özel bir yer. Burada sanata yakın olmamak zaten neredeyse imkânsız. Bire bir yaşadığım bu yakınlığın ilk göstergelerinden biri ise sevgili Can Akşahin ve onun projesi ile oldu. Datça Kaymakamı Vehbi Bakır’ın önayak olduğu ve Kazım Yılmaz İlkokulu Müdürü Muzaffer Çakmak’ın önderliğinde yürüttüğümüz müzik kurslarında öğretmen olmak ise en büyük mutluluklardan…

***

Birkaç hafta boyunca Kazım Yılmaz İlkokulu’nda sınıf sınıf dolaşarak çocuklara ‘anladığımız’ biçimiyle müziği anlattık. Projede yer alan Buket Öztaş, İlker Görgülü, Zeynep Demirkan, Yeşim Tezgören, Inna Yakutava, Müslüm Çimen, Cemal Aram, Aali Yeşilova, Oğuz Tuncay, Ahmet Akdağ ve Mustafa Erol ve ben kendi branşlarımız dahilinde hemen her sınıfta müziği ve müziğin ifade gücünü hem teorik hem de pratik olarak göstermeye çalıştık. Açıkçası çocuklarla çok da eğlendik. Şimdi bu proje bir adım daha öteye taşındı, okul bünyesinde arzu eden çocuklarla ses, flüt korosu ve küçük bir orkestra çalışmasına başladık.

***

Kendi payıma düşen ‘ses korosu’ çalışması oldu. 3. ve 4. sınıflarla haftanın 3 günü çalışma yürütüyorum ve çocuklara yeni şarkılar öğretiyorum. Çocukların coşkusu ise neredeyse hemen her seferinde gözümün yaşarmasına neden oluyor. “Size bugün yeni şarkılar öğreteceğim” dediğimdeki heyecanları ise tarifsiz. Teneffüslerde yanıma gelip öğrettiğim şarkıları hep bir ağızdan söylüyorlar. Onların bu coşkusu, sevinci ve motivasyonu hayattan bezmiş bir insanı bile hayata yeniden bağlayabilir. Bu sayede kurumuş bir ağaç bile yeşerir. Alanım olan ‘müzikoloji’ gereği ise onlara naçizane ve ister istemez biraz terminoloji de öğretiyorum. ‘Kakafoni’ kelimesini ilk duyduklarındaki kahkahalarını duymanızı isterdim. Onlara müziğin, hayatın bir parçası olduğunu öğretmek o kadar büyük mutluluk ki. Bu projelerin sürekliliğini sağlamak tam da bu nedenle hepimizin görevi diye düşünüyorum.

***

Son olarak uzun zaman önce unuttuğumuz çocuk şarkılarının naifliğini yeniden fark etmek ve onlarla yeniden bunu yaşamak ve onlara yaşatmak gerekliliğini ekleyeyim. 

***
‘Eşitlik’, ‘özgürlük’, ‘kardeşlik’, ‘doğa’, ‘barış’, ‘doğayla barış’ ve insan olmaya dair elimizden, dilimizden, sesimizden dökülen, dökülebilen ne kadar  kavram varsa onlara müzik yoluyla öğretmek yeni neslin/ nesillerin karakterini belirlemekte oldukça önemli.

Sözleri Tahsin Saraç’a müziği ise Yalçın Tura’ya ait ‘Çocuklar Kardeş Oldumu’ isimli şarkı hissettiğim ve hissettirdiklerimi gayet güzel anlatıyor:

“Daha bir ballanır uyku
Çocuklar kardeş oldumu.
Barışır artık kurt, kuzu
Çocuklar kardeş oldumu.

Düşler denizine doğru
Mutluluk, bir yelken açar.
Her yürek bir altın pınar,
Çocuklar kardeş oldu mu.

Daha bir ışıldar akarsu
Çocuklar kardeş oldumu.
Kucaklaşır batıyla doğu,

Çocuklar kardeş oldumu.” 


(Datça Life, Haziran 2017)

11 Ağustos 2017 Cuma

“Kışın gelişi yazdan belli olur”



Ön not: Güneyde mekancı olmak da müzisyen olmak da zor iki gözüm… Nedenini arayanlara bizzat deneyimlediğim biraz ipucu.   
Bu yazıda birkaç meseleyi özetlemeye ve bir potada eritmeye çalışacağım. Umarım meseleye uzak olanlar için bile açıklayıcı olabilirim.
----

İstanbul’dan bakınca her şeyin ‘Güney Şeridi’nde ne kadar iyi gittiğine dair görüşüm vardı. İstanbul’da sahneye çıkan çoğu grup ve hatta dahası güney sahillerinde de sahneye çıkıyor, sosyal medya konser fotoğraflarıya yıkılıyordu. Bundan 2 ya da 3 yıl kadar önce bir konser projesi yapmak için mekan ve belediyelerle görüştüğümde bir parça mevzuya aymıştım. Üstelik ses sistemimizi kendimiz götürecek, kaşe de talep etmeyecektik. Hatta elektriğimizi bile kendimiz üretecektik. Bir yandan oldukça önemli olan bir meseleye, ‘bireysel alternatif enerji kullanımı’na farkındalık yaratacaktık. Ne kadar uğraştıysak olmadı. Belki aynı koşullarda bir pop star projeyi yapsaydı önüne kırmızı halı dahi serilirdi. Varan 1: müzisyenler arasındaki eşitsizlik, varan 2: paranın dönmediği konser, konser değildir. 

———

Geçtiğimiz günlerde, bu yazıyı -daha umutlu bir noktadan hareketle- tasarlarken bi arkadaşla konuşmuş, güneyde neler olup bittiğini yazmak istediğimi söylemiştim. O da bu meseleyi merak ettiğini söylüyordu. O zaman sezon daha mı iyiydi, neydi bilmiyorum, yukarıda da yazdığım gibi çok daha umutluydum. Her geçen gün umudumu yitirdim diyebilirim. Bunların başında da yaşadığım yer olan Datça’nın yaz, kış müzik etkinliği düzenleyen tek mekanı olan ve sahne arkasından sahnesine kadar içinde bulunduğum, mutfağına kadar girdiğim, zaman zaman aile gibi hissettiğim bir mekanın adım adım çöküşüne tanıklık etmek geldi. Birçok konseri iptal etmek zorunda olduklarını gördüm. Koskoca mekan, şahane ses sistemi, güler yüzlü çalışanlar…Hiçbiri konserlerin iptal olmasına engel olamadı ve bir mekan elimizden yitip gitti, gidiyor. Belki gelen gruplar rider’ına viskiyi bir şişe daha az yazmış olsaydı… Ya da belki mekan üzerinde daha stratejik çalışılsaydı… 

Keşke… 

————
Müzisyenlerle sezonluk anlaşmalar yapıp anlaşmaları (yazılı da olmadığı için belki) fesheden, onları yarı yolda bırakan mekanlara tanıklık ettim. Üstelik anlaşma yapılan müzisyenler aldıkları sözlü garanti neticesinde iş yapabilecekleri diğer alternatiflerle bağlarını çoktan kesmişlerdi. Yetmezmiş gibi aynı gün içinde “Bugün bizim mekanda çalar mısınız?” diye arayıp performansa birkaç saat kala iptal eden mekanlar da gördüm. Bunların bir müzisyenin başka bir yerde iş yapmasının önüne de engel olduğunu bizzat tecrübe ettim.

——-
Son dönemde yaşadığım en ilginç konulardan biri ise her biçimde yapılacak işe köstek olup sesçisinden, mekanına, müzisyeninden menajerine kadar ortalığı karıştıran ‘küçük’ insanlar oldu. Yapmaya çalıştığım konseri yapamayayım diye tehditler savrulduğunu söylemem gerekiyor. Gıyabımda birlikte çalıştığım insanlara da beni hiç tanımayan o ‘küçük’ insan(lar) tarafından hakaretlerle anıldım. Şükür ki birlikte çalıştığım herkes son derece dirayetliydi ve konserimizi yüz akıyla yaptık. 

——-

İş bilmez insanlarla iş yapmaya çalışmak oldukça güç -ben de iş biliyorum diye gerinmiyorum, zaten herkes her nasılsa gelişine vuruyor ve işler de hasbelkader yürüyor-. Mekanlarda durum böyleyken sürekli konser, bar performansı ya da canlı müzik işlerini (hepsi birbirinden farklı şeyler) ehten püften meselelerle iptal edip mekanları yarı yolda bırakan müzisyenler de yok değil. Bunların içinde 50 lira daha fazla ödediği için aynı gün içinde gig’ini başka mekana taşıyan amiyane tabiriyle ‘esnaf müzisyenler’in tavırlarına da denk geldim. Olmadan “Oldum” diyen, küçük dinletilerine ya da eğlence müzikleri yaptığı performanslarının adına “Konseeer!!!” diyen müzisyenlerle de mesaim oldu. Üç kişilik bir gruba, üç şişe hard likörün en hasını, ılık ıslak havlusunu, beş yıldızlı otelde sınırsız konaklama talebini de ekleyen müzisyenler duydu bu kulaklar. Olumlu anlamıyla mütevazilikte sınır tanımayan müzisyenler de var elbette. Şükür ki varlar. Farkındalıkları yüksek müzisyen, menajer ve mekanlar olmasa herhalde halimiz hepten dumandı. İyi ki varlar!

———-

Öte taraftan, OHAL’iyle, yasaklarıyla daha da önemlisi anlamsız korkusuyla yaşayan bir toplum içinde, neredeyse bütün yıl borcunu ödeyeceği tatilinde keyifli ve bütçesini aşmak istemeyen bu yüzden çekirdek ve dondurmayla tatilini tamamlayan bir turist furyası güney şeridini sarmış durumda. Bu işin acı tarafı ya, ‘tatil yapmayı bizden öğrenecek değiller’. Bunu tersini çevirmeye hangimizin gücü yeter bilmiyorum. 

———

Başta Kabak olmak üzre, Bodrum, Datça, Kaş, Akyaka, Fethiye gibi yerlerde ticari kaygıyı müziğin önüne koymayan ve halen konser mekanı olarak ayakta durmaya çalışan ‘sahne’ler var. Sayıları parmakla gösterilecek kadar az. Bir kısım müzisyenin bu mekanlarla dayanışma içinde olduğunu biliyorum. Bu işin sevindirici tarafı. Ama sanırım daha fazla olmalı. Kaprisleri bir kenara bırakmanın verilebilenden fazlasını istememenin tam zamanı. 
——-

Anlaşıldığı üzre herkesin fesini önüne koyup düşünmesi gerekiyor. Müzisyenleri / menajerleri mekanlarla, mekanları da müzisyenlerle / menajerlerle iş birliği içinde olmaya çağırıyorum. Kimsenin artık ‘birleşik cephe’de olamayacağını yakın bir zamanda idrak etmiş olmama rağmen bir kez daha çağrı yapmayı en azından bireysel olarak hakeden, gerçekten müziğe emek veren mekanlarla dayanışmaya çağırıyorum. 

Sezon henüz bitmedi elbette. Ama seneye daha büyük sıkıntılarla karşı karşıya gelmemek için acil bir eylem planı yapmamız şart. Şu anda tatil yerlerini etkisi altına almış karamsar havanın yarın İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde yaşanacak sıkıntıların öncüsü olduğunu söylemekte de yarar görüyorum. “Kışın gelişi yazdan” belli olur. 


———-

Bu arada tüm sıkıntılı zamanlara inat devam eden Zeytinli Rock Festivali, Kuşadası Gençlik Festivali, Nilüfer Fest, Çukurova Rock Festivali, Bozcaada Caz Festivali ve daha nice festivalleri ayakta alkışlıyorum. 

-——


Müziğimiz, konserimiz, dinletimiz, bar performansımız bol olsun!

14 Şubat 2017 Salı

Yer yer yerel, yer yer deneme yanıl...

Bozkırlardan Kadıköy'e  Tengri Teg 

Bir süre önce A. K. Müzik /Müzik Hayvanı etiketiyle yayınlanan Kam Ata grubunun 'Tengri Teg' isimli albümü, Türkiye'de müziğin farklı tınılarda da karşımıza çıkabileceğine örnek albümlerden biri. İlk dinleyişte karanlık ve farklı duyulan tınılar, bir parça bilinçaltınıza yapacağınız seyahat ile hiç de yabancı olmadığınız öğeleri  kolektif bilinçdışı dayanağı ile önünüze sunacaktır. 

Orta Asya tınılarının özgürce kullanım alanı bulmuş hali denilebilecek 'Tengri Teg'in bu şekilde ortaya çıkmış olması aslında tesadüf değil. Tolga Ayıklar, Yaren Eren Budak, Murat Yakupoğlu ve Müge Çığ’dan oluşan grup süreçlerine ilişkin, Tolga'nın  Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde görmüş olduğu öğrenimin, Altay kültürüne duyduğu ilgiyi körüklediğini, bu ilginin ise  gerek albüm öncesi, gerekse sonrası süreçte kültüre bakış açılarını müziklerini oldukça etkilemiş olduğunu söylüyor, "Kültürle, oryantalist veya romantik bakış açılarından uzak ve özümsenmiş türde bir ilişki kurmamızı sağladı. Bu sayede, kültürün inceliklerini daha iyi anladığımızı ve yaptığımız müzikte kültürün öğelerini dikkatli kullandığımızı—en azından buna özen gösterdiğimizi düşünüyoruz".

Kam Ata ilk başta Tolga’nın kişisel projesi olarak başlamış...  "Utku Öğüt’ün projesi olan Kutu'da çalarken Kam Ata hakkında fikir alış verişinde bulunmaya başlamıştık. Albüm sürecine girmeden önce Tolga bizlerle bir topluluk oluşturma isteğini dile getirmeye başladı. Hep beraber dahil olduğumuz kayıt sürecinin başlamasıyla, Kam Ata artık bir topluluk olmuş oldu. Kayıt süreci elimizde olmayan sebeplerle biraz zorlu geçti diyebiliriz. Sürecin zorluğunda, ilk albümümüzün kaydını yapıyor olmanın heyecanının ve deneyimsizliğimizin de katkısı yok değil. Fakat tüm bunlara rağmen, sonunda ortaya bir ürün koyabildik. Böylece aramızda yıllardır sürmekte olan dostluk, özellikle kayıt sürecinde yaşadığımız aksiliklerin de etkisiyle—hattâ “katkısıyla” bile diyebiliriz—müzikal anlamda da perçinlenmiş, güçlenmiş oldu".  

Albüm içinde Asya kültürlerinden farklı enstrümanlar kullanılmış. Bu enstrümanların kullanılma nedeni ise çoğunlukla aradıkları ses  dairesinin birer parçası olmasıymış. Kullanılan dombra özel yapım. Demir kopuzları Altay’dan ve morin huuru (iki telli yaylı bir saz) ise Moğolistan’dan edinmişler. Bu sazları yerinden almak Tolga’nın Sibirya ve Moğolistan’a yaptığı yolculuk vesilesiyle olmuş. Bu çalgılar her ne kadar onların deyimiyle aradıkları ses evreninin /dairesinin / renginin parçası olmuş olsa da zaman zaman albümdeki ürünlerin içinde efektif olarak da kullanım bulduğunu söylemek yersiz olmaz.

Albümü pek çok diğer deneysel çalışmadan farklı kılan en önemli öğelerden biri Tolga'nın  2014 yılında çıktığı yolculukta yaptığı kayıtlar diğer yanı da o kayıtlarını yanı sıra kendi kompozisyonlarıyla bahsi geçen tınıları taşımış olmaları. Tengri Teg'de Tolga'nın Sibirya’da Moğolistan’da yaptığı kayıtları duymak mümkün. 'Jol' isimli parçanın ortaya çıkışı ise bu kayıtlardan oluşturduğu bir ses kolajı.

Albümü dinlerken hissedilen kurgusal konsept duruş için Kam Ata şu ifadeleri kullanıyor,   "Albümde gün-gece ve mevsim döngüsü üzerine kurulu bir konseptin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Doğadaki bu döngünün insan üzerindeki, onun ruh hali üzerindeki etkilerini; insanın kendisiyle yaşadığı—tıpkı gün-gece karşıtlığında olduğu gibi—kişisel çatışmaları da, albüme yansıtmaya çalıştık. Albümün hem müzikal akışında, hem de sözlerde bu konseptin izlerini görmek, söz konusu karşıtlıklar içeren süreci izlemek mümkün".



Albüm kayıt sürecini, prodüksiyonunu ve yayım sürecini ise grup şu şekilde anlatıyor, "Enstrüman kayıtlarının büyük bölümünü Tolga’nın ve Erdem Dijle’nin evinde, davulları ise Vibes Studios’da kaydettik. İlk albümün kayıtlarının çetrefilli ve sürüncemeli geçmesi bizim için oldukça öğretici bir deneyim oldu diyebiliriz. Bu sebeple en azından ikinci albüm için; neyi, ne kadar ve nasıl istediğimizin bilincine vardığımıza ve kayıt süreçlerinde daha hızlı ilerleyeceğimize inanıyoruz.
uğraşmakta olduğum "müzisyen nasıl kurtulur?" sorusu bağlamında tamamen sorulmuştur). Müzikle uğraşan herkes ürettiklerini dinleyicilere sunmak ister diye düşünüyoruz. Albümü sadece internet üzerinden yayımlayabilirdik ama basılı hâlinin de olmasını istedik. Artık yapımcımız olan Eray Düzgünsoy (Müzik Hayvanı) bizim tıkandığımız yerlerde birçok kez yol gösterdi. A.K. Müzik ile tanışmamız da Eray sayesinde oldu. A.K. Müzik’in, yapmaya çalıştığımız müziği, kafa yapımızı olabildiğince anladığına inanıyoruz. Kısacası, Müzik Hayvanı’yla da, A.K Müzik’le de oldukça olumlu bir süreç yaşadık ve yolumuza onlarla devam ediyor olmaktan dolayı mutluyuz. Tolga kayıtlara başlamadan önce dahi albüm tasarımını yapacak birini arıyordu, Kafabindünya’dan Burç Tuncer vasıtasıyla Korgün Akgün ile tanıştık. Korgün, Tolga’nın yolculukta çektiği yüzlerce fotoğrafı ve çeşitli dokümanları kullanarak albümün daha önce sözünü ettiğimiz konseptiyle örtüşen harika bir tasarım yaptı."


Tolga Ayıklar (vokal, dombra, morin huur)
Müge Çığ (synthesizer-elektronikler, geri vokal ve demir kopuz)
Yaren Eren Budak (çello ve geri vokal)
Murat Yakupoğlu (davul, perküsyon ve geri vokal)
A.K. Müzik / Müzik Hayvanı
2016
SoN NoT: 22 Şubat akşamı Kadıköy Dunia'da izleyebilirsiniz. Başlama saati: 21.30. 

17 Ocak 2017 Salı

Duayenlerin gözünden yeni nesil gitaristler*

Başlangıç notu: Bir süreliğine de olsa tartışmalara neden olan ve Asım Can Gündüz'ün anısına ithaf ettiğim dosya konusunu hazırlayan kişi olarak, en sağlıklısının dosyayı direkt olarak paylaşmak olduğunu düşündüm. Ayrıca dosya için görüş veren bütün gitaristlere de teşekkür ederim. Çeşitli spekülasyonlara neden olan dosya konusunun yapılma amacı aslında, bugüne projeksiyon tutarak geleceğe kalacak bir veri oluşturmaktı. Ancak kimilerince sosyal medya ortamlarında hakkında yazılanlar, her iyi niyetli iş gibi bunun da "kötü" anılmasına sebep oldu. İşte o dosya konusunun tamamı. Takdir sizin... 

Son yıllarda adını yurtiçi ve yurtdışında verdikleri konserleriyle daha çok duyduğumuz, bazılarının albümlerini ve kayıtlarını bildiğimiz yeni nesil gitaristlerimizi daha yakından tanımak ve başarılarının ardındaki sırrı anlamak için Türkiye'nin duayen gitarist ve gitar öğretmenlerine yeni kuşak gitaristleri sorduk. Hazır gitaristler konusu açılmışken Türkiye'de gitarın ve gitaristlerin hal ve durumları ile gelecekte onları neler beklediğini de konuşmadan edemedik.


Türkiye'de gitaristlerin son yıllarda hem yurtiçi hem de yurtdışında pek çok başarıya imza atması ve hali hazırda söz konusu gitaristlerin sayısındaki artış dikkat çekici. Üstelik sayısı ve başarısı hızla artan gitaristlerimizi takip etmek de -ne mutlu ki- oldukça zor. Bu durum Türkiye'de gitar öğretiminin ne kadar başarılı olduğunun da göstergelerinden.

Prof. Dr. Ahmet Kanneci ile gitar öğrenimine başlayan Emre Sabuncuoğlu, Eren Süalp, Özcan Dal, Emre Gökalp ve sonraki yıllarda yine Kanneci ile öğrenimine devam eden Erkan Karagülle Türkiye'nin yeni kuşak gitaristleri arasında yer alan isimler arasında. Babası Dr. Mehmet Refik Kaya ile gitar öğrenimine başlayan, sonraki yıllarda Yusuf Doğan Büyüköğüt, Hasan Cihat Örter ve Raffi Arslanyan ile çalışma fırsatı yakalayan  Celil Refik Kaya ise öne çıkan bir diğer isim. Dr. Kürşat Terci'nin öğrencisi olan Ayşegül Koca  ve Sinan Kurşun; Mete Çarıkçı'nın önderliğinde gitar çalışmalarına başlayan Alp Ozan Bursalıoğlu; Carlo Domeniconi ve Fanio Zanon, Marco Socias, Carlos Barbosa-Lima, Ricardo Moyano ve Kağan Korad gibi isimlerle birlikte çalışma fırsatı bulan Kazım Çokoğullu ve yine Korad'ın öğrencilerinden Ceren Baran klasik gitar arenasında duayen gitarist ve gitar öğretmenlerinin dikkatini çeken yeni nesil gitaristlerden. Bu isimlerin yanı sıra, dikkat çeken diğer isimler ise yine yurtiçi ve yurtdışında başarılı işlere imza atan Doruk Okuyucu, Alper Kargın, Ceyhun Güneş, Dinçer Dedeoğlu, Güray Alyörük, Hande Cangökce, Sevcan Tahtacı Çukur, Oğuz Öz, Hasan Meten, Cem Çeliksırt, Ozan Coşkun, Özberk Miraç Sarıgül, Aylin Çelik, Cem Şivan Ergül, İmge Ceren Aydeniz, Bahar Türker...

Yeni kuşak klasik gitar icracıları denlince akla gelen bu isimler başarılı performanslarıyla yollarına devam ededursun caz gitarda da öne çıkan isimler mevcut. Özellikle Bilgi Üniversitesi'nin kurulmasından sonra Türkiye'de gözle görünür düzeyde artış yaşanan caz müziği ve caz gitar performansında ise yine yurtiçi ve yurtdışı konserlerde sık sık adını duyduğumuz gitaristler bulunuyor.  Duayenlerin adını paylaşmaktan onur duyduğu bazı gitaristler ise şöyle: Ricky Ford, Marcus Miller ve Diana Reeves gibi isimlerle aynı sahneyi paylaşan Bahane ve Patika isimli iki solo albümü de bulunan Bilgi Üniversitesi Caz Performans Bölümü mezunu Bilal Karaman; Kamil Özler, Neşet Ruacan, Şevket Akıncı gibi isimlerle gitar teknikleri ve ifade biçimleri çalışan Bilgi Üniversitesi Kompozisyon Bölümü mezunu Cenk Erdoğan; yine Bilgi Üniversitesi'ndeki öğrenimi boyunca Neşet Ruacan ve Kamil Özler'in öğrencisi olmuş  ve Jazz Gitar Metodu isimli kitabın da yazarı Kerem Türkaydın; Burak Bedikyan, Eric Revis, Ted Poor ve İmer Demirer ile kaydettiği Borabook isimli bir albümü bulunan, caz performans alanında pek çok isimle aynı sahneyi paylaşan  ve "2010 Nardis Caz Gitar Yarışması" birincisi  Bora Çeliker; Sarp Maden ve Gökçen Taşkıran'ın öğrencisi olan, pek çok yurtiçi ve yurtdışı başarılı performanslara imza atan, yine Bilgi Üniversitesi mezunlarından Cem Tuncer;  Berklee College of Music mezunu Eren Gümrükçüoğlu, Mümtaz Sosyal ile gitar çalışmalarına başlayan ardından Şevket Akıncı ile devam eden ve Yıldız Teknik Üniversitesi Müzik Toplulukları Programı mezunu Eylül Biçer ve "3. Nardis Caz Gitar Yarışması" birincisi Volkan Polat.  

Dosyayı hazırlarken sıklıkla aklıma isimleri, gözümün önüne icraları gelen bazı yeni kuşak gitaristleri de -belki biraz da haddimi aşarak-  anmaktan kendimi alıkoyamadım. Özellikle perdesiz gitar icralarıyla dikkat çeken Merih Aşkın ve Cihan Murtezaoğlu'nun yorumları, yakın zamanda Ajda Pekkan ile birlikte çalmaya başlayan ve Keyfimiz Güzel Olsun isimli solo albümü de bulunan Barış Bölükbaşı'nın tekniği;  icrası ile son dönemde dikkatleri üzerine toplayan ve birçok "ünlü" isim ile birlikte de çalışan İlter Kurcala'nın hızı ve tavrı, özellikle blues'dan metale pek çok farklı türde hakkını vererek icrasını sunan ve bir de yurtdışı ödülü bulunan Eray Arbak, Türkiye genelinde pek çok "iyi" müzisyen ile birlikte çalan YTÜ Müzik Toplulukları Programı mezunu Berkant Çelen ve yine aynı okuldan mezun olan ve Şevket Akıncı'nın öğrencileri arasında da yer alan Cansun Küçüktürk  gibi kendi alanlarında oldukça "iyi" işlere imza atan gitaristleri de anmadan dosya konumuzu kapatmak istemedim. Öte taraftan burada zikrettiğimiz isimlerin yeni kuşak gitaristler olduğunu da tekrar belirteyim.  Elbette sayısı her geçen gün arttığı için oldukça mutlu olduğumuz gitar icracılarından ismini hatırımıza getiremediklerimiz de olmuştur. Bu sebeple özrü borç biliriz!

Son olarak şunu da belirtmekte yarar var: Türkiye'de değil müzik yazmak müzik yapmanın bile zor olduğu bir süreçten geçerken, sorularımızı yönelttiğimiz ancak ne yazık ki görüşlerini alamadığımız gitaristlerimiz de oldu. Bu nedenle bazı eksiklikler olmuş olabilir. Biz yine de dosyamızı "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" mottosuyla hazırlandık. İşte duayenlerin gözünden / kulağından  yeni nesil gitaristler.







*Andante Müzik Kültürü Dergisi'nin 120. sayısında yayınlanmıştır. 

Şu hengâmede biraz dinginlik için Ev Kayıtları*





Bu söyleşi, Andante Müzik Kültürü Dergisi'nin 120. sayısında yayınlanmıştır.    

6 Ocak 2017 Cuma

5 Ocak 2017 Perşembe

Sömürüye karşı "Birleşik Müzisyen Cephesi" ya da "b*kunda boğul(mak)..."

Sorulması gereken soru, "2016'da müzik nasıldı?" değil "2016'da müzisyen nasıldı?" olmalı...

2016'nın müzikleri iyiydi, güzeldi, hoştu... Birbirine çorba edilmiş listelerle bunu net bir şekilde gördük. Bu adı geçen müzisyenlerin dışında sadece birkaç kişinin daha ilgisini çekti ve ilgisini çektiği albümü gidip almak yerine stream olarak dinlemeyi tercih etti. Peki, bu dinlenilme müzisyene ne kattı? Cevap veriyorum: 0,099 Dolar. Peki Youtube ya da Spotify gibi stream müzik dinlenilen dağıtımcılar ne kazandı? Dünyaları... 


Başa dönelim. Önce plak şirketleri vardı ki halen varlar. Bu plak şirketleri müzisyenleri verdikleri konserler üzerinden %30 gibi rakamlar alarak sömürüyorlardı ki hala sömürmeye devam ediyorlar. Konser başı mutlaka sigortası yapılması gereken sistemciden, bas gitariste konser boyunca kim varsa çalışan sadece yevmiye alıyor ve evine neredeyse sadece ekmek parasını götürebiliyor. Aynı biçimde bir albümün yapılması ve ortaya çıkarılması süreci de pek farklı değil. Müzisyenlerin ve teknik ekipte çalışan kim varsa albüm yapım süreci boyunca -şirketlerin kendi çalışanları dışında- sigortaları yapılmıyor ve yine kayıt başına "küçük" rakamlar alıyorlar. Bu durum otuz yılı aşkın zamandır Türkiye'de böylece sürüp gidiyor. Hatta kendi albümünü yapmak isteyen müzisyenler ceplerinden hatta bazen de yokluktan banka borçlarıyla albümlerini yapmayı sürdürüyorlar. Geri dönüş ise birkaç konserden sağlayabildikleri oluyor ki daha önce dediğim gibi büyük plak şirketleriyle bir anlaşmanız varsa o konserlerin belli bir kısmı da plak şirketlerinin cebine gidiyor.


Gelelim stream meselesine. Konuştuğum birçok müzisyen görünür olmak adına muvafakatname imzaladıklarını ve mecbur oldukları için iTunes ve Spotify ve Youtube gibi anaakım dağıtımcılarda parçalarını döndürdüklerini söylüyorlar. Ancak ne kadar çok tıklanırsa tıklansın müzisyenler bu işten çok az rakamlar kazanabiliyorlar.


2016'yı geride bıraktığımız ve 2017'nin umutlarına kendimizi kaptırdığımız bugünlerde, liste başı olduğundan daha çok ya da kimin en iyi albüme imza attığından daha çok sorulması gereken sorunun "Müzisyen nasıl kurtulacak?" sorusu olduğunu düşünüyorum. Bunun için bir öneri olarak bağımsız labellarla hareket etmek bana gerçekçi gelse de dijital dağıtımda yine o labellar da söz konusu dijital dağıtımcılarla birlikte çalıştığından bu sadece züğürt tesellisi gibi tınlıyor.    
Bant Dergi'sinden Ekin Sanaç, J. Hakan Dedeoğlu ve Cem Kayıran'ın hazırladığı "Müzik insanları "streaming" hakkında ne düşünüyor başlıklı dosya'da Aidan Baker'ın yanıtından Spotify için sarf ettiği cümle kulaklarımda ve gözlerimde patlayıp duruyor: "...müzisyenlere fayda  sağladığını söyleyip, karşılığında çok az şey kazandıran bir tür parazit endüstri fenomeni olduğunu düşünüyorum." Durum daha iyi özetlenemezdi herhalde.

Bunu müzik dışındaki üretim biçimleriyle anlatmak gerekirse, siz bir mandalina (bu aralar en çok onlar kan ağladığı için bunu seçtim) üreticisisiniz ve ürünlerinizi yetiştiren ağacın suyunu veriyor, güneşini sağlıyor, gübreliyor, diplerini çapalıyor, tomurcuklanmasını ve meyve vermesini bekliyorsunuz (üretici müzisyen). Sonra meyveler olgunlaşınca işçilerinizle ürünleri toplamaya başlıyorsunuz (icracı müzisyenler). Biri kamyonuyla geliyor, üreticiye cüzi bir rakam ödüyor, onları hale götürüyor (plak şirketleri). Halde üreticiden aldığı rakamın üstüne daha fazla kâr marjı koyarak pazarcıya satıyor. Pazarcı / dağıtımcı yani ürünü halka buluşturan kişi (Spotify, Deezer, Youtube, iTunes) hem üreticiden hem de haldeki adamdan daha fazla bir kâr marjı ile tüketiciye ürünü sunuyor. Müzikte ister parçayı satın almış olun isterseniz de aylık aboneliklerle stream olarak dinleyin mutlaka dağıtımcıya dinleyici olarak bir ödeme yapıyorsunuz. "Ödeme yapmıyorum ben" diyenler için ise, dağıtımcının parça aralarında küt diye çıkan reklamlardan para kazanıyor olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Bir de çoğunlukla dinleyiciler -ki benim bile başıma geliyor- genellikle şarkıları şöyle bir dinleyip geçiyor. Yani kimsenin aklında -eğer bir yerlerde albüm hakkında övücü sözler söylenmemiş ve müzik kulağına güvendiğiniz kişiler tarafından size tavsiye edilmemişse- şarkı ya da müzisyen adı, tınısı kalmıyor. Yani sürekli ve hızlı bir tüketim söz konusu.


Bütün bu bahsettiğim sorunlara ilişkin müzisyenlerin kafa kafaya verip düşünmesi ve bunu yaparken de egolarından sıyrılması gerektiğini düşünüyorum. Üstelik müzik yazarlarının da aynı biçimde bir araya gelip "Dağıtımcının sömürüsüne karşı nasıl bir yöntem izlenmeli" konusunda beyin fırtınaları yapılmalı. Belki var olan müzisyen sendikası ile konuşup sömürüye karşı bir biçim geliştirilmeli. Zaten iptal edilen konserleriyle canına okunan, sansürden geçim sıkıntısına bir dolu sorunla uğraşan  müzisyenler ve müzik yazarları bunu bugün yapmazsa ne zaman yapacak? Bu süreçte en çok da kendi ününün dışından bakabilen müzisyenlere ihtiyaç duyuluyor. 2016'da yapamadığımızı 2017'de yapamazsak gerçekten b*kumuzda boğulacağız! Belki de çözüm kendi bağımsız ağımızı oluşturmaktan geçiyordur.

Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)

Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri…   Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...