11 Temmuz 2022 Pazartesi

Savruk yazılar 001

Ne söylediğim ne de yazdığım hiçbir sözü geri alamam. Ancak onların etkisini değiştirme gücüne sahip olduğumu biliyorum. Daha doğrusu yeni öğrendim. Bildiğim bir diğer şey ise bana bu yazıyı yazma motivasyonunu da veren enerjiyle aynı: Ben müzisyen değilim. Müzik insanı mıyım o bile tartışılır. Ama bugüne kadar kendimi var etmeye gayret gösterdiğim alan bana öğretilegeldiği biçimiyle müzik oldu hep. 40 yaşımın öğrettiği ise keyif almadığın hiçbir şeyi zorla yapmamam gerektiği oldu. 


Yazı yazmaktan duyduğum haz zaman zaman birileriyle birlikte tınıların içinde dolaşabildiğim, kaybolduğum ve tınılarla dolduğum ve doyduğum zamankiyle benzeşse de hiçbir zaman kendimi müzisyen mertebesinde görmedim. Hatta başkalarının müziklerini sadece taklit yöntemiyle içine bir takım çeşniler koymadan yapanların da kendilerini müzisyen mertebesinde görüyor olmasına şaşkınlıkla baktım. Bu ise beni zaman zaman başkalarının gözünde egosu yüksek, çok bilmiş ve hatta itici bir insan yaptı. Oysa bahsettiğim mertebe meselesi o kadar başkaydı ki… Anlatamadığım için ben yüksek egolu olmaya razıyım. Herkes şarkı söyleyebilir, herkes bir müzik aleti çalabilir. Hatta ucundan da olsa hemen herkes bunu mutlaka denemelidir de. Şimdi diyeceksiniz ki “yaşam mücadelesi içinde ne müziği yahu, biz olmuşuz müzik”.  Konu tam olarak öyle değil. Çünkü bir müzik aleti çalmak için ya da şarkı söylemek için illa orta sınıf ya da üstü olmamıza gerek yok. Zaman zaten oldukça müzikal… taşı taşa vurarak da müzik yapılıyor ki bu biçimde albüm yapmış olan müzisyen örneği bile verebilirim: Stephan Micus – The Music Of Stones (1989-ECM Records).


Neyse döneyim konuma… Ben hep çok güzel şarkı söyleyen kadınları kıskandım. Bana da zaman zaman ne kadar güzel şarkı söylediğim, icramın güçlü olduğu söylenmiş olsa da. Ancak bir koloratur soprano annenin kızı olmak o kadar da kolay değil. Aile ortamlarında bile ben şarkıya dahil olduğumda susturulduğum çok değilse de oldu. Hatta bence bir insanın başına böylesi bir şeyin bir kere bile gelmiş olması ileriki zamanlarda bunun travmatik bir duruma dönüşmesi için yeterli. Hele ki o kişi benim karakterimdeyse. Küsüveririm, sonra da barışırım elbette. Barıştığım zamanlarda da işin bokunu, kendimi de sahneye çıkarırım. Her defasında aynı özgüvensizlikle sahnede buluveririm kendimi. Çünkü öyle bir yetiştirilmişimdir ve okullarımın isimleri de o kadar müziği büyütmüştür ki detone oldum, surtone  oldum, amman orada fazla vibrato yaptım diyerek şarkı söylerken kendimi yerim. O kadar büyüktür ki okullarımın ismi hiçbir zaman müzik yapamam gönlümce. “Müzik Bölümü” söz dizisi o kadar büyüktür ki sen altında ezilirsin. Sınavları da büyüktür bu okulların. Her sahneye çıkışımda ya da dost meclislerinde şarkı söylerkenki takındığım tavır, jüri önünde sınava giriyormuşçasına heyecanlanmama sebep olur. Biri benim önümde sahnedeyken de jüri koltuğuna ben otururum bu sefer. Bu da bana öğretilegelmiştir. Çocukluk çağlarımdan itibaren gittiğim bütün konserlerden aklımda kalan ne keyif ne haz ne de eğlencedir. Aklımda kalan tek his memnuniyetsizlik. Orkestra konserlerinde ya yapıtlar beğenilmez ya da icra eden orkestralar. Korolarda kesin entonasyon sorunu vardır. İlla bi memnuniyetsizlik. Hatta eleştiri yazmayı kimse göze almaz memlekette ama o konser sonlarında atılan kulislerde hep belden aşağı vurulur. İçten içe haset midir yaşanan bilmiyorum. Ben de çok yaptım. Halen de dinlediğim bir albüm ya da performans üzerine eleştiri yapmıyor değilim. Lakin işin biraz daha küresel sermaye boyutundan bakmaya çalıştığımı da düşünüyorum. Yani aslında günümüzde hangi tür müzik yapılırsa yapılsın mutlaka işin piyasa boyutu da düşünülüyor ve çoğu müzisyenin yaptığı iş ne yazık ki içtenlik taşımıyor benim nezdimde. Çünkü o içtenliği bozan popüler kaygılar görüyorum… Bir şey başka bir şeye benziyor dolayısıyla. Bir diğeri de diğer bir şeye ve ortaya özgün çok az iş çıkıyor. Pop müzik içinde konuşacak olursak da 90’lara öykünmenin bir sebebi olarak yeni üretimin tabanının oluşmadığını söyleyebiliriz de belki kim bilir. 


Artık kayıt yapmak, bunu da çat diye piyasaya sürmek çok kolay. Her şeyi dinlemek ise imkansız. Evde durup dururken kendinden çıkan bir şeyi bile hiç üzerinde oynamadan etmeden ya da basit bir altyapıyla dinleyici karşısına çıkarmak mümkün. “Abi koy işte hemen”cilik fazla mı gelişti ne? Bu da niteliğin azalmasına sebep oluyor gibi geliyor. Müzisyenlik mertebesi ise autotune’lara emanet. 


Yine bir yazıda daha daldan dala atlayarak sanıyorum ki ifade etmem gereken asıl şeyleri kaybediyorum. Belki müzisyen olmadığım gibi yazar da değilimdir. Canım sağ olsun. Yazdıkça açılıyor insan, çaldıkça, söyledikçe olduğu gibi. Hepsi disiplin işi aslında. Hangimiz daha disiplinli olabiliyoruz ki? Hangimiz hakkını verebiliyoruz ya da bölünmüyoruz bir şeyler üretirken. 


Son dönemde daha doğrusu son bir yıldır içime sinen hiçbir şey üretebilmiş, yapabilmiş değilim. Bu konuda da kendimden hiç razı değilim aslında. “Sonsuz konsantrasyon bozukluğu” ya da Dominic Pettman’ın dediği gibi “Sonsuz Dikkat Dağınıklığı”. Sürekli bir senkronizasyon istenci. hangi medyayı (görsel, işitsel, duysal, duyusal) kullanırsan kullan 21. yüzyılda elinde hangi materyal olursa olsun özgün bir şeyler üretebilmen imkansıza yakındır. YTÜ’deki Temel Tasarım derslerimizde -ki biz o derse temel kasarım diyorduk- bizden istenilen tek şey ne üretirsek üretelim özgün olması ve mutlaka alt metninin oluşturulmuş olmasıydı. Yani iki kibrit çöpünü yakıp birbirine monte edipte de götürebilirsin ama daha önce düşünülmemiş bir fikir ile. Biz bu dersi alırken işimiz biraz daha kolaydı ama şimdi Hazreti Google’da olmayan fikir yok gibi. 


Üretim giderek zorlaşıyor. Ya da eskiye dönüş baş gösteriyor. Ne yalan söyleyeyim bazen bahçede yetiştirdiğimiz ürünlerden konserve yapıp kışa hazırlanmak herhangi bir sanatsal kaygı güttüğüm bir şeyler yapmaktan çok daha anlamlı geliyor. Bunları da sosyal medyada paylaşıp başkalarının dikkat dağınıklığına sebep olmak istemiyorum. 


Nasıl ama epey birikmiş değil mi meseleler? Yani başladığım nokta nasıl ve neden müzisyen değilimken domates üretimine kadar geldim. Ama hepsini birbirine paralel görüyorum. Yalan ve gerçek gibi. Hangisinin yalan hangisinin gerçek olduğunu görmek ise hepimiz için zaman alacak sanki. 


Samimi üretimlerin çoğaldığı zamanlara özlemle…


Aslında müzisyen olmak anda kalıp anda kendini gerçekleştirmekten ibarettir. Kimseye hesap vereceğin bir durum da olmamalıdır. Kimseye kendini beğendirmek gibi bir kaygısı da… 

Her ne koşulda olursa olsun kendini gerçekleştirmek olmalıdır müzik ve müzisyenlik.  

Hiç yorum yok:

Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)

Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri…   Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...