29 Nisan 2020 Çarşamba

Müzikle iyileşiyoruz no. 42




Yarın hiçbir şey yapmama kararımı uygulayabilmek için bugünden "Müzikle iyileşiyoruz" serisinin yeni yazısını salıp ortalıktan kaybolmam gerekiyor. Ben de öyle yapıyorum. Gerçi saat gece yarısını geçeli de epey oldu. 

Anladığım kadarıyla, duvara boş boş bakma saatinizi takip eden kek yapma etkinliğiniz ve hemen ardından gelen eşi, dostu stalklama üstüne komik video izleme işlerinizin hepsi bitti ve siz de sonunda blogu'ma düştünüz. Hoş düştünüz.

Dün yani 29 Nisan günü sevdiğim birkaç arkadaşımın yanı sıra ünlü balet Jean-Georges Noverre'in da doğum günüydü ve tam da bu sebeple Dünya Dans Günü'ydü. Kendi adıma konuşayım günün hakkını bayağı verdim ve hatta galiba benim için her gün Dünya Dans günü olabili bile... Zira dans etmediğim bir hayatı düşünmek bile istemiyorum. Vesilesiyle geçmiş dans günümüz kutlu olsun.
Gelelim bugüne... Eski halimizde yani artık hiçbir zaman normal olmayacağını düşündüğüm normal halimizde olsaydık aslında bugün özellikle de büyükşehirlerde olan caz tutkunu dinleyiciler için muazzam bir gün olabilirdi. Elbette caz müzisyeni arkadaşlarımız için de. Çünkü bugün benim ve hatta Andante'nin Yayın Yönetmeni Serhan Bali'nin (birlikte çalışırken fark edip bayağı hoşumuza gitmişti) doğum günümüz olmasının yanı sıra (hayır, konunun elbette bizim doğum günümüzle ilgisi yok) Dünya Caz Günü.

Çok değil bundan tam 9 yıl önce, 2011 yılında 30 Nisan'ın Dünya Caz/ Uluslararası Caz Günü günü olmasına karar verilmiş, ilk kez Dünya Caz Günü 2012 yılında kutlanmış. Dünya Caz Günü'nün yaratıcısı ise efsanevi caz piyanisti Herbie Hancock olmuş. Dünya Caz Günü her yıl farklı bir şehrin ev sahipliğinde düzenlenen etkinlikler kutlanıyor(du). Yıllar içinde katılımcı olan ülke sayısı 200. Hancock'un düşüncesi, farklı ülkelerdeki insanları ve kültürleri bir araya getirmek ve bu da geçen yıla kadar fiilen gerçekleştirildi. "Cazın uluslararası diplomatik yanı ve tarihin büyük bir kısmında farklı ülkelerden insanları ve kültürleri bir araya getirmek konusunda ne denli büyük bir güç olduğuyla ilgili.”

Türlerin bu kadar iç içe geçtiği, eklektik müzik türlerinin bile başka bir eklektiklikle türediği 2000'li yıllarda bir müzik türüne bir gün tayin etmenin de anlamı ancak böylesi bir durum olmalı diyor ve günü de yaratıcısını da destekçisini de buradan saygıyla selamlıyorum.

Bir de bu sene Covid-19 ile mücadele etmek uğruna yerinden kıpırdamayan insanların bu günü nasıl kutlayacaklarını merak ederken, çözümün yine stream'le, canlı yayınlar ve online eğitim programlarıyla toparlanacağını tahmin ediyordum da aslında. Eh ne de olsa artık her şey dijital ve birkaç kablonun insafına kalmış durumda. 

Eğer cazla ve hatta müzikle biraz ilgileniyorsanız, aşağıdaki linklere mutlaka göz atmalısınız derim. Dünya Caz Günü'ne ait internet sitesi ve onlara bağlı etkinlikleri sitede ve onu takip eden linklerde bulabilirsiniz.

Mutlaka izleyin: https://jazzday.com/global-submissions/

Bi göz atın: https://jazzday.com/2020/04/virtual-ijd-announce/

Öğrenin: https://jazzday.com/education-programs/



Bugünün şerefine belki Batu Akyol'un yazdığı ve Kara Plak Yayınları tarafıdan basılan "Caz Çok Zor"u internetten sipariş edebilirsiniz bile. Zira içindeki söyleşiler sadece Türkiye caz tarihine değil müzik tarihine de projeksiyon tutuyor. Tabi kitabın siparişini verdikten hemen sonra (toplu sipariş verin hatta siparişten önce komşularınıza da kitap ihtiyacı var mı diye sorun ki kargo çalışanları daha az yorulsun ve daha az risk alsınlar), kurulun bilgisayarlarınızın başına yönetmenliği yine Batu Akyol'a ait "Türkiye'de Caz" isimli belgeseli izleyin. Yalnız kitaptakilerle belgeseldekiler birbirinden farklı. Yani günün birinde "Kitabını okumadım ama belgeseli izledim" derseniz rezil olabilirsiniz. Usulca aşağıya İKSV'ye ait YouTube linkini de bırakıyorum: 







Bir başka ilginç etkinlik İKSV'den geliyor. Türkçe Vikipedi’deki Türkiye’den caz müzisyenlerine ait sayfaları artırmak ve geliştirmek için çevrimiçi bir etkinlik organize ediliyor: Viki maraton! (Detaylar için her yazımda yaptığım gibi linkleri yine ilgili yazıların içine gizledim, gözden kaçırılmaya)


Bu arada asıl dev hizmet linki burada:
http://interactive.nydailynews.com/2016/08/story-behind-great-day-in-harlem-photo/#shape38
Yalnız linke tıkladıktan sonra fotoğrafa da tıklayınca konunun değeri anlaşılıyor. Eğlenceniz bol olsun. 

Sayfanın sonuna doğru birkaç farklı Spotify çalma listesi bulacaksınız, listelerde ise Türkiye'den caz müzisyenlerine ait parçalar. Ama her şeyden önce benim de DJ setlerimde zaman zaman araya sıkıştırdığım bir Herbie Hancock parçasıyla bugün iyileşelim diyorum, "Rockit" ve kafa yakan videosu!

Çok sevdiğim ve dinlemekten her daim keyif aldığım, geçmiş zamanların birinde kendisiyle röportaj yapma şansı da yakaladığım Basçı ve şarkıcı Richard Bona bu gün için "Bence bu günden çıkarılabilecek en güçlü mesaj şu olmalı: Müzik, insanlıktır. Biz de bunu öne çıkarmaya çalışıyoruz.” demiş. Umut verici daha ne söylenebilir ki?

Umut cazda!

















Müzikle iyileşiyoruz no.41

Fotoğraf makinemin yeni geldiği zamanlarda
alıştırmalarımı konser fotoğrafları çekerken yapıyordum.
Bundan tam 7 yıl önceydi. Selimiye'de çatı katında bir evimiz vardı. Çınar, yani oğlum yani "1 buçuktanem" 2 yaşına henüz girmemişti. Polisin feminist gece yürüyüşlerine müdehale etmediği, yoğun yağışlarda su basan, depremde ne olacağını bilmediğimiz Marmaray'ın henüz açılmadığı, Kuzey Ormanları'nın katline ve henüz 3. köprü ve havaalanlarının yapımına başlanmadığı, "selfie" sözcüğünün anlamını henüz bulmadığı ve çoğumuzu umut dolduran, bir şeylerin değişebileceğine inandığımız Gezi Direnişi'nin başlamadığı sakin bir Nisan günüydü. Havalar şimdiki gibi bi öyle bi böyle... 

Hayatımız, çocuk, müzik, yazı ve benim henüz bitmemiş olan yüksek lisans derslerim ekseninde devam ediyor. Hatta öyle ki "Havada bir hinlik bile yok", her şey yolunda... 

Damarım tutmuş yine, evde çalınan müziklerden baymışım, belki biraz ilk gençliğimi özlemişim. Yaş da 30'a gelmiş...  

Bu da yine alışmaya çalışma fotoğraflarından
30'una gelindiği gün mutlaka çalınacak birkaç şarkıdan biridir İhtiyaç Molası'ndan "Ay". Benim de kendime 30 yaş hediyem olmuş, arada bir de 30'undan gün almış baĞzı arkadaşlara doğum günü hediyesi olarak göndermişliğim olmuştur "Ay"ı. Eh yeni nesil de öğrensin tabi...

30'uma geldiğim günlerde sigara içmiyordum, Gezi'ye kadar da içmedim. Şarkıda "Ay 30'uma geldim sigaram ağzımda hala" diyordu, bana uymuyordu ama uyan herbir sözüne progressive tınılarına bayılıyordum. Bir süredir hemen her gün neredeyse en az bir şarkısını dinler oldum İhtiyaç Molası'nın. Hele ki bu karantina günlerinde yatağın üstünde, yerde, bahçede, balkonda ve evin çeşitli yerlerinde kulaklık takıp ya da komşuları rahatsız etmeden sesi son ses açıp zıplamak için bütün sebepleri veren müziği var İhtiyaç Molası'nın. 

Ha tabi bir de sözler var tabi... Şarkıların aralarına girip bağıra çağıra söylemekten alıkoyamıyorum kendimi. Mesela "Kapasite" şöyle diyor, "Şefkat cinnet kapasite işte bu. Namus şehvet kapasite işte bu. Hasret şiddet kapasite işte bu. Sevgi nefret kapasite işte bu. Devlet rüşvet kapasite işte bu. Basın alet kapasite işte bu. Çocuk tiner kapasite işte bu. Gençler asker kapasite işte bu. Yok mu hiç alternatif? Bulunmuyor alternatif." 
Mesela "Kapılar",

"Karşıya geçsen ya da kalsan o yanda
Bu sefer biter bu limanda
Keyfine baksan ya da küssen otursan
Kazanan ve kaybeden olsan
Cenneti gördüğüm diye sandığın anda
Kapılar kapandı bir anda
Cenneti gördüğüm diye sandığın anda
Kapılar kapandı bir anda
Şimdi ne yandan gelir ah bilebilsem
O tarafa sırtımı dönsem
Öyle bi sevsen ki her şeyi unutsam
Burası cennetin olsa..."


İhtiyaç Molası şarkılarının bende uyandırdığı hisler farklı farklı olsa da sizi bu duyguları tasvir ettiğim cümlelerle boğmayacağım. Bunun yerine grubu biraz anlatacağım. 2000'li yılların başında varlığının farkına varıp vazgeçemediğim gruplardan biriydi. 2004 yılında yapılan Barışarock'ta da grup elemanlarını fiilen tanıma fırsatı buldum. Onların müziğine oaln ilgim ise "Çengi" ile oldu (parçayı mutlaka dinleyin diye yazdım bu cümleyi de).Birçok müzik yazarı haklarında "Türkiye'nin önde gelen progressive rock grubu" demekte, grup da bunu doğrulamaktadır. Tolga Çebi'nin keman ve klavyede,  Taner Sarf'ın gitar ve vokalde, Sinan Gürsoy'un bas gitarda ve Murat Güllü'nün davulda yer aldığı grup Türkiye'nin dört bir tarafında konserler verdi ve dinleyicileriyle buluştu. Bununla da yetinmeyen grup yurtdışında da ilgi görmüş.

"Özellikle yurtdışında bulunan progressive rock ile ilgili web sitelerinde gelecek vaat eden grup olarak gösterildiler. Bu özelliklerinden dolayı "Gibraltar Encylopedia of Progressive Rock"ta yer aldılar. İtalya’da bir radyoda -Radio Popolare; “from Genesis to Revelation” programında Mart 2002’de ayın grubu seçildiler. Avrupa’da birçok radyonun playlistine girdiler. Yurtdışında progressive rock dağıtımı yapan firmaların kataloğuna girdiler".

Çanakkale'de kurulan İhtiyaç Molası'nın Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde (eski yerindeki) verdiği konserlerinin en önünde yer almaktan kendimi alıkoyamazdım. Yalnız şunu belirteyim ki grubun en sevmediğim özelliği albümlerin arasında koydukları derin esler. Ama her defasında dönüşleri muhteşem olduğu için de sesimi çıkaramıyorum. Geçtiğimiz aylarda olası bir Datça konseri için konuşmuş ve gelip kulağımızın pasını silmeleri ihtimali üzerine düşünmüştük. Ne yazık ki Covid-19 ve beraberinde gelen malum... Neyse şimdilik eski kayıtlarla ve 10 yılda bir çıkan albümlerle yetiniyoruz derkeeeeeen, İ.M.'dan büyük bir sürpriz geldi. Geçtiğimiz günlerde grup "Kelek" isimli bir single yayınlayııııp... Aslında bu parçayı yakın takiptekiler grubun 1999 yılında çıkardığı "Milad" albümündeki "Delikanlı" şarkısının girişi olduğunu hatırlayacaklardır. "Kelek"le ilgili olarak önümüzdeki günlerde takipte olmanızı öneririm. Aldığım bilgiler bu parçanın burada öylece kalmayacağı yönünde. Ayrıca grup albümün 20. yılı şerefine "Milad"ın remastered versiyonunu da yayınladı, gözden kulaktan kaçmasın. 

İşte bugünün iyileştiren şarkısı İhtiyaç Molası'ndan geliyor, "Kelek". Ancak bilmeyenler ve İhtiyaç Molası albümlerinin hepsini bir arada görmek isteyenler için aşağıya bir de Spotify linki bırakıyorum. 

Umut mu? 
Umut, "Her zaman var olup inanmamız"ı öğütleyen İhtiyaç Molası şarkılarında. 



 





28 Nisan 2020 Salı

Karantina Günlerinde Müzik Söyleşileri no. 3 Hakan Bahar



Hakan Bahar'dan ilk kez Sezen Aksu'ya ait "Dört Günlük Bir Şey" cover'ını dinlediğimde pek bi sevmiştim. Arkadaşım Sedat Türkantoz'un da içinde yer aldığı klip çalışması ve ardından Hakan Bahar hakkında okuduklarım beni bu röportajı yapmaya iten sebepler arasındaydı. Hakan Bahar'a müzikle olan ilişkisini, "Cazino"yu ve karantina günlerini sordum ve beni kırmadan şahane görsellerini de ekleyerek yanıtladı. 















Genç yaşta şan dersleri almış ve TRT korolarında yer bulunmuşsunuz. Peki müzik ile ilişkiniz ne zaman ve nasıl başladı?

Müzikle ilişkim, birliğim TRT gençlik korosu ile başladı. Gökçen Koray yönetimindeki İstanbul radyosu TRT Gençlik Korosu'nun mülakatına girmem ve kazanmamla başladı. İstanbul Radyosu önünde Elmadağ istikametinden Taksim'e doğru yürürken Radyo'nun bilgilendirme panosunda bir duyuru gördüm ve -1998 senesi- kayıt yaptırdım. Böylece eşsiz diyebileceğim çok sesli müzikle tanıştım.

Müzik yolculuğumdan önce lisedeyken haftasonları İLKO (İstanbul Kültür Oyuncuları) ile tiyatro eğitimlerine katılıyor, İstanbul Şehir Tiyatroları çocuk oyunlarında minik roller alıyordum. Tiyatro sahnesi beni müzikallerle tanıştırdı. Kostüm, dekor, dans . . .



ilk şarkı söyleme deneyiminizin Hakan Yıldırım defilesinde olmuş diye duydum. Ne zamandı ve süreç nasıl başladı?

Sahnedeki değil ama podyumda ilk şarkı söyleme deneyimimdi. Mesleğim olan stilistlik (moda editörlüğü) yaparken moda dergileri ve tasarımcılarla da birlikte çalışırken birçok defilede bulundum ve çalıştım ama podyum önünde değildi. Her zaman arka planda... Türk modasının en değerli ismi Hakan Yıldırım bu mesleğe başladığım ilk yıllardan beri arkadaşım ve dostum oldu.

Birçok dergi ve danışmanlık yaptığı markaların çekimlerinde birlikte çalıştık. Yeteneğine ve bakış açısına her daim hayran olduğum Hakan Yıldırım bir gün beni aradı ve "Aklımda bir şarkı var söyler misin?" dedi. Önce tereddüt ettim ama Yıldırım'ın vizyonuna inancım her zaman tam olduğu için yine onun sözünü dinledim. Uzun zamandan sonra Türkiye'de couture defilesi yapıcaktı ve defile esnasında bir performans sergileyecektim. Eşsiz bir anı ve histir benim için. Şimdi hatırlayınca yüzümde bir gülümseme belirdi. Teşekkür ederim arkadaşım kalbinden geçene beni de ortak ettiğin için.


Kostümleriniz kendi tasarımınız sanırım, biraz bundan bahseder misiniz?

Moda sektöründe çalıştığım zamanlardan beri dostluğumuz devam eden tasarımcı Hakaan Yıldırım’ın tasarımı kostümlerim. Yaşamımın her anını müzikal tadında izlerim ve yaşarım. Cazino'dan önceki projem İstanbul Gazinosu'nda giydiğim kostümlerimle başlayan bu yüksek modayla birlikteliğimin dönüm noktası Couture defilesinde giydiğim kostümümdür. Yıldırım'ın yeteneği ve müzik aşkı birleşince görkemli kostümler ortaya çıkıyor.



Sizin için Gazino kültürünün 21. yüzyıl temsilcisi diyebilir miyiz?

Moda ve sahne sanatlarına olan düşkünlüğüm, bir dönemin muazzam gazino kültüründen ilham alarak oluştu. Dekorundan, görkeminden, naif bakış açısından, Türk kültürüne sunduğu birçok özelliğinden esinlenerek bir oluşum yarattığımız İstanbul Gazinosu'nu modern bir bakış açısı kazandırarak gercekleştirdik. Bu özellikleri günümüze uyarlayarak İkinci projem Cazino'yu geliştirdik. Cazino bir harman... Kendi öz müziğimizin, Türk kültürünün içinde yer alan gazino kavramının çağdaşı. Gazino kültürünün temsilcisi olmak, kültürü uyarlamak, yeni bir bakış açısı kazandırmak asıl ilgilendiğim ve beni heyecanlandıran konuların başında geliyor. Temsilcisi olduğumu düşündüğüm başlıkların ilki giyim kuşam. Kültürümüz ve öz müziğimizin hakettiği yeniliğe ve modernliğine katkıda bulunmak.




"Dört Günlük Bir Şey" yorumladımız neden özellikle o şarkı?

Bu şarkıyla beni birleştiren Hakaan Yıldırım Couture defilesindeki performansım oldu. Bu şarkıyı Yıldırım şovunda söylememi istedi ve süreç başladı. Bu sürece Sezen Aksu ve Ozan Çolakoğlu da dahil oldu. Sözleri Sezen Aksu, müziği ise Cenk Taşkan'a ait olan "Dört Günlük Bir Şey" yaşadığımız yüksek modanın içindeki duygusallık sonrası... Prodüktörlüğünü Ozan Çolakoğlu üstlendi ve single olarak çıkardım.



Bir de klip var...

Aslında aklımda bir film vardı. Bir İstanbul filmi... Beni tanıyanlar bilir gezgin bir ruha sahibim
 ve şehir gezgini derim kendime. Şehirde uzun yürüyüşler yapar, fotoğraf çeker ve yazı yazarım. Aslında her gün bir çekim taslağı için çalışır gibi çalışırım. Moda dergilerinde çalıştığım zamanlarda, moda çekimlerinin başlığını spot yazısını yazar, konseptin hikayesini şiirsel bir dille kolaj yapar belirlerim ve daha birçok disiplinden yararlanırım. İşte şehir gezginciliğimi de buna benzer bir çalışmayla fotoğraflar ve belgelerim.

 Video artist Deniz Özgün moda sektöründe çalıştığım zamanlardan bakışını ve yaklaşımını bildiğim biri ve onunla paylaştım bu İstanbul gezginliğimi ve süreç başladı. İstanbul'da bir günümü çektik ve kostümlerim ile istanbul gezmelerimi filme aldık. Deniz Özgün kendi tekniğiyle görüntüleri kolajladı. Asitane Yapım'ın bana en güzel armağanı prodüktör Sedat Türkantoz ile beni tanıştırdı. Bu süreçte yanımda olması ve onu tanımaktan mutluluk duyduğum bir isim oldu. Yine tüm Asitane Yapım çalışanları ve Didem Antebi ile harika bir projeyi birliktelik yaptık ve videoda giydiğim tüm kostümler Hakaan Yıldırım imzalı.


Cazino'dan bahseder misiniz?


Cazino’nun ilk eseri bir uzun hava ve alkışlar eşliğinde sessizleşen salonda şu mısralarla yankılanıyor:

Caminin müezzini yok
Ah bu işin düzeni yok
Çok memleketler gezdim
Aman burdan güzeli yok.

Mimariden, kostümden, gazinodan, stilden, uzun havadan, caz tınılarından oluşan Cazino'da pek çok katmanın ve sanat dalının ilhamı büyüktür. Ama Türk kültürünün içinde yer alan gazino kavramının çağdaşıdır Cazino. Cazino'nun olmazsa olmazı Münir Nurettin Selçuk eserleridir ve bestesi Fazıl Say'a ait “Düşerim" eseridir. Aslında Cazino İstanbul gibi hem alaturka hem alafranga... Bu kentin çoksesliliğinin yansıması. Zorlu Performans Sanatları Merkezi ile oluşturduğumuz bu konsept, yine PSM içindeki Touche Jazz Club'ta sahneleniyor. Muazzam bir caz orkestrası ile sahne alıyorum. Bu jazz orkestrasında piyano, klarnet, kontrbas, flüt, saksafon, bas gitar ve davul var.


                                 

















Evlere kapandığımız bu süreç sizi ve üretiminizi nasıl etkiledi?



Bu izolasyonda kendime ve sesime yazdıklarım diye bir seriye başladım. Sahneme bir iki gün kala evde kalarak başladığım bu süreci kendimle baş başa kalmak ve kendime dönmek diye adlandırdım. Aslında şarkı söylemeye ve sahneye çıkmaya başladığım günlerden beri -ki 2 yıl gibi çok yakın bir tarih- bu şekilde yaşadığımı farkettim. Sahneye çıkıyorum, provalarıma gidiyorum, şan dersi yapıyorum, kostüm provama gidiyorum ve zamanımın geri kalanını evde geçirdiğimi farkettim. Bir hazırlık gibiydi sanki bu yaşadığımız döneme. Kendimle kalarak yaptığım yazı yazmak, şarkı söylemek, yoga pratiğimi yapmak gibi öze yakınlaştırıcı hislerle yoğuruyorum kendimi. E-meyhane adında bir platformla bu süreçte müzik severlerle evde meyhane konseptiyle buluşuyor, evimden sesleniyor, sıcak, samimi yeni sesler yeni yüzlerle buluşuyorum. Kendi sesime yazdıklarım başlığından bir paragrafla bitiriyorum:

Sanki rüzgarın taşıdığı alaturka bir nağme duyuluyor, sesin geldiği yön hem çok yakın hem de bir o kadar uzak gibi geliyor. Belki de bir pencere aralığından sızıyordu, rüzgarın savurduğu perdelerin arasından... Perdelerin arasından gelen sesim tutku dolu sözlerle tizlere tırmanıyor ve yeniden havayı dolduruyor. Sesim hep aynı notada kalıyor, yavaş yavaş uzayarak mırıldanıyor. Tutku dolu sözleri defalarca tekrarlıyorum, yavaş yavaş uzatarak. Sözlerin canlı bir varlık gibi kendine ait bir yaşamı var. İnsanlar varken de yokken de sessizlikte veya sesler içinde... Gökte de yerde de bir yaşamı var.


Önümüzdeki süreçle ilgili planlarınız nelerdir?


Cazino ile öz müziğimizin (alaturkanın) en güzel eserlerini yeni sezonda yeni bir bakış açısı ile sunmak için çalışıyorum. Bazı eklemeler yapmak yeni enstrümanlar eklemek ve yeni tınılarla süslemek. Alaturka ve alafranga kavramıyla yola çıktığım gazino ve sonrasında çağdaşı olan "Cazino" ile ilgili bir dokümanter film yapmak için çalışıyorum.









27 Nisan 2020 Pazartesi

Müzikle iyileşiyoruz no. 40


Biraz daha kişiselleştirelim konuyu bugün. Birlikte yaşamadığımız kişilerden azıcık uzak kaldığımız tuhaf günler yaşıyoruz. Son zamanlarda birbirimize de sarılamıyoruz. Şöyle ıslak bir öpücük konduramıyoruz birbirimizin yanağına... Hatta bazılarımızın sevişme biçimleri bile değilmiş olabilir. Hem nedir ki sevişmek? Biçimi değişse ne olur severek sevişmedikten sonra. Aramıza mesafeler girdi. Mesafeler ve bazı bazı tecritler. Birbirimizi birbirimizden hatta zaman zaman kendimizden bile tecrit eder olduk. Herkes hummalı bir üretim sürecine girdi. Eski defterler, hiç bakılmayacağını bile bile çektiğimiz binlerce fotoğraf karesine yaptığımız muamele gibi muamele görüyor ve bir bir açılıyor. Hepimiz yarım bıraktığımız bir dolu işi önümüze yeniden almış, onlarla ne yapacağımızı düşünüyoruz (ya da en azından ben böyle yapıyorum). Yeni sandığım şeyler bile eskiden geliyor aslında. 

Hepsi de aslında bana ait duygular belli ki. 

Yıllarca emek verip ördüklerimin bir yerden sökülmeye başlayıp devamının gelmesini oturduğum yerden sadece izleyebiliyorum. Karantina döneminde yalnız kaldıkça çoğaldım, çoğaldıkça içime döndüm, içime döndükçe dışarı taştım, hatta o taşkında boğulacak gibi bile oldum ama bir el hep uzanıp çekti ve aklımı meşgul edecek bir dolu hadiseyle, oyunla, kartla geldi bana. Bu olurken bile akıntıya kapılan bir dolu hissi sel aldı götürdü. 

Bugün yeniden blog'lamaya başlayalı tam 40 gün olmuş. 40 koca gün. 3.456.000 saniye ve belki daha fazla an!  Durup boşluğa bakmalı, toprakla oynamalı, ağlamalı, gülmeli, sevmeli, nefret etmeli, özlemeli, beklemeli, yemeli, içmeli (daha çok içmeli), okumalı yazmalı (daha çok yazmalı) 40 gün. Hangi duyguda olursam olayım, o duyguya ait mutlaka müzikler oldu eşlik eden. Bir kısmı benim içimden çıkan, bir kısmı içime dokunan, bir kısmı kulağımdan teğet geçen, bir kısmı dik açı yapan, bir kısmı asal çarpanlarıma ayıran, bir kısmı küme oluşturan, bir kısmı payımı paydasından ayıran, bir kısmı venn şeması, bir kısmı düzenli düzensiz grafikler çizen, bir kısmı saatte 70 km hızla giden ve öteki yönden gelen arabayla karşılaşma hesabını yapmaya çalışırken, diğeri parasının 3/4 ile elma alıp onu armutlarla karıştıran özetle gayet hesaplı, hesaplamalı ve matematiksel. Hatta bol matrix'li... 

Böyle olmasını istediğim çünkü coşumsal bütün duygularımın "havada kalacağını" bildiğim için müzikleri de o kadar dokundurdum kendime. Keşke aynı şeyi bana dokunan insanlar için de yapabilseydim. Ağaca, böceğe, hayvana neden sarılındığını daha iyi anladım. Yıllardır aslında yaşadığım özgüvensizlik sanarken güvensizlikmiş ya... Ah be!

Neyse bu kadar ayılma sayıklaması şimdilik yetsin ve gelelim iyileşme çabalarımıza (valla giderek hasta mı oluyoruz yoksa iyileşiyor muyuz benim de aklım karıştı) buna da müzikle katkıda bulunmaya. Burada burnumuzun dibinde bir grup var. Hem de tam 40 yıldır. O grup her çarpanlarıma ayrıldığımda, her asal sayı olduğumda, tek başıma köşeli parantez içine alındığımda, hatta zaman zaman tam da yukarıda bahsettiğim bir dolu hissimle coştuğumda şarkılarıyla hep imdadıma yetişti. Hayatımdaki en önemli kişilerle "Bu bizim şarkımız olsun mu?" dediğim şarkıların neredeyse tamamı bu gruba aittir. Hatta annemle bile olan...

Grup bu yıl 40. yılları şerefine 20 farklı müzisyenin (Bora Duran, Can Bonomo, Can Kazaz, Canozan, Cihan Mürtezaoğlu, Dilhan Şeşen, Dolu Kadehi Ters Tut, Eda Baba, Fikri Karayel, Gripin, Harun Tekin, Karsu, Melek Mosso, Melike Şahin, Nilipek., Ömer Yener, Pinhani, Rubato, Sedef Sebüktekin ve Zeynep Bastık) grubun parçalarını seslendirdiği bir albüm yayınlıyorlar. Gerek var mıydı bilinmez, öyle uygun görülmüşse bize laf düşmez. 17 Nisan'da Dolu Kadehi Ters Tut tarafından ilk şarkı "Duvar" yayınlandı bile.  

Elbette ki o grup Nefis rüyalarımız için çıplak heykeller yapmamızı, yedi kat yerin altından örgütlenip sevdiğimizin saçının arasına takılmamızı, yanlış bir Leyla olduğumuzu, gelene geçene çok sormamızı, yokuşları bir inip bir çıkmamızı, yağmur sonrası toprağın somun gibi kabardığını hatırlamamızı, bu şehrin hep arkamızdan geleceğini, birilerini yalnız komamak için  bu hayattan vazgeçemeyeceğimizi, suyun, düşmanın bile uyuyup hicranın uyumayacağını fısıldayan, çok arayıp dengimizi alemde sonunda kaybolmayı, bir naylonun kovanın içinde istavrit gibi gezmeyi,  ve daha pek çok şeyi seçtikleri şiirlerle ve yazdıkları sözlerle bize anlatan Ezginin Günlüğü. Müzikal dilleri, değişen yapıları, içlerine aldıkları müzisyenleri saymıyorum bile. Emin İgüs'ün ipeksi sesi peki... Nadir Götürk'ün enfes besteleri... Ya Sumru Ağıryürüyen'in seslendirdiği şarkılar. Eskiye gittiniz değil mi? Hakan Yılmaz desem... Peki Hüseyin Arkan'ın söyledikleri...

Bu gece sanırım grubun son birkaç yıl önce çıkardıkları albümler hariç hemen hepsini dinledik. Ne kadar da çok şarkısı ezberimdeymiş. Hayatımı gözümün önünden geçirecek kadar. Her bir şarkıda başka bir yere taşınabilecek kadar. Teşekkürler Ezginin Günlüğü!

Umut belki de yeniden yorumlarda, cover'lardadır, kim bilir?
Belki de umut şarkı söylemektedir.
O zaman şarkı söyleyebilmenin güzelliğiyle... 

Seni Düşünmek 

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey, 
Dünyanın en güzel sesinden 
En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey... 
Fakat artık ümit yetmiyor bana, 
Ben artık şarkı dinlemek değil, 
Şarkı söylemek istiyorum.

Müzikle iyileşiyoruz no. 39

Bugünkü müzikle iyileşiyoruz yazımız ve şarkı önerilerimiz Rock Fm'de yıllarca program yapmış DJ ve radyo programcısı arkadaşımız Ozzy'den geliyor. Kendisini son dönemlerde ekranlarda da görmüş olabilirsiniz çünkü hali hazırda TV "Ozzy'yle Gece Kuşağı" programına da devam ediyordu, pandemiden önce.

Herkese Merhaba


Aslında bu yazıyı çok daha önce yazmak istiyordum ama malum süreç ve psikolojileri ayakta tutmaya çalışmaktan unutulan şeyler olabiliyor.

Diyeceksiniz ki "Müzik unutulur mu?" Ancak şöyle unutulur, başka şeyler dinlerken...

Günlerdir bir karantina sürecindeyiz herkes evinde ya  da öyle olduğunu düşünmek istiyorum. Neler yaparız evimizdeyken?

Normalde yer, içer, yatar, hayatın içinde neler varsa onları yaşarız değil mi?

Ama şuan 'normal' de değiliz anormal günler geçirdiğimizden dolayı da ekstra farklı şeyler yapıyoruz ya da yapmaya başladık.

Mesela herkes aşçı oldu, evde ekmekler yapılıyor, mutfakta şaheserler :)

Hiç izlemeyeceğimiz ya da izlemek için beklettiğimiz film ve diziler dağ olmuş onların içinde yüzüyoruz. Bundan da memnunum şahsen.

Ben de her evcil insan gibi bu bahsettiklerimizi yapıyor ama aslında en fazla da yaşamıma enerji veren şeyle meşgul oluyorum. Müzik dinliyorum...

Gerçekten ruhun gıdası olan müzikle fazla kalori almadan kendimi doyuruyorum. Korona Virüs kaynaklı olumsuzluktan dolayı insanların biraz daha fazla kendi iç dünyasına döndüğü bu günlerde elimdeki arşive daha bir sarılmış durumdayım. Bu yazıda dinlediğim bazı grup ve şarkılardan bahsetmek istiyorum nasıl olsa amaç kafa dağıtmak ve müziğin birleştirici gücüyle yaşama devam etmek değil mi?

O zaman buyurunuz...

İlk olarak bir soundtrack'den bahsetmek istiyorum. Belki bazılarınız filmi izlemiştir adı ''When Harry Met Sally''. Başroller de Billy Crystal ve Meg Ryan var. 1989 yılına ait bir aşk öyküsü. Filmin müziklerindeyse bir caz müzisyeni yakışıklı arkadaşımız Harry Connick  Jr. imzası bulunuyor. Açıkçası caz dinleyen ya da çok caz dinleyen bir adam değilim ama bu soundtrack albüm beni bu müziğe yakınlaştırmıştır diyebiliriz. Albümün açılışındaki ''It Had To Be You'' şarkısı çok hoş bir çalışma ve diğer 10 şarkı da gerçekten dinlenesi kalite de. Özellikle filmi izlerken şarkıların başladığı bittiği anlar da harika. Film bu arada hem duygusal hem de eğlenceli, öyle hüngür hüngür ağlanan yapımlardan değil. İzlemediyseniz tavsiye ederim.

Bahsetmek istediğim bir diğer albümse bence günümüze daha yakın daha genç Simon and Garfunkel diyebileceğimiz Kings of Convenience.

Grubun ''Declaration Of Dependence'' albümü arşivimde yer alıyor. Belki de en çok dinlediğim gruplardan biridir. Albümün ikinci şarkısı Mrs.Cold' u Rock Fm'de program yaptığım yıllarda sıkça çalardım. Grubun genel havası sizi dinlendirecek ve huzuru yakalamanıza yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Ben de ki etkisi tam anlamıyla bu!

Grubun bu albümün dışında farklı albümleri de mevcut fakat ülkemizde müzik marketlerde (artık kaç tane kaldıysa?) bulmak biraz zor. Eğer hardcopy arşivcisiyseniz (ki onlardan da pek kalmadı gibi) o zaman yurtdışından alabilir ya da sipariş verebilirsiniz. En olmadı sizi Spotify ya da benzer dijital platformlara alalım.

Son olarak yine pek ortalarda görünmeyen çok kişinin bilmediğini düşündüğüm ama o kişilerin birçoğunun dinlediğinde seveceğine inandığım bir gruptan bahsetmek istiyorum.
Grubun adı Shelter.

Ben de tesadüfen İnternet'te dolaşırken buldum ve "kim bunlar acaba?" deyip birkaç şarkılarını dinledim. O andan itibaren de hastası oldum.

Tarzı biraz anlatmak gerekirse, rap vokallerin süslediği canlı altyapılardan oluşan bir rap rock grubu veya rap metal grubu (artık türler iyice karıştı) diyebilir bu şekilde adlandırabiliriz.

Bendeki albümleri 1995 yılına ait ve ''Mantra'' adını taşıyor. Albüm de 11 şarkı var ve belli ki bu adamlar bayağı bir çılgın. Dinlerseniz siz de anlayacaksınız. Sizlere bu başarılı 3 albümden bahsetmek istedim, umarım dikkatinizi çekerler. Farklı bir şeyler dinlemek istiyorum diyenlerdenseniz bir şans verin bakalım.

Onun dışında tabii ki bu sıkıntılı günleri de atlatacağız ve her şey normale dönecek.
Sıkılmamaya bakalım, kendimizi kültüre boğalım. Müzik dinleyelim, film izleyelim, kitap okuyalım, uzaktan da olsa sevdiklerimizi arayalım onlarla konuşalım gibi gibi şeyler.
Herkese sağlıklı ve keyifli günler diliyorum, Kendinize İyi Bakınız!

Ozzy








26 Nisan 2020 Pazar

Müzikle iyileşiyoruz no. 38

Dün küçük bir buhran geçirdim. Sosyal medyanın yalan dünyalarına kapıldım. Yazmaktan
vaz bile geçtim aslında. Yazmayacağımı deklare ettim. Sonra yıllardır blog'uma neden dokunmadığımı, sipariş yazılar dışında neden yazmadığımı hatırladım. "Ne gereği vardı ki yazmanın?" diye düşündüm. Kızdım, küstüm ama gelen telefonlar ve mesajlarla hemen kendimi toparladım. Yazmazsam önce kendime sonra da yazılarımı özenle takip eden okuyucularıma haksızlık edeceğimi fark edip toparlandım. Aslında yazdıklarım ve paylaştıklarım önce kendimi iyileştirmek içindi ve bunu en başta da kedime yapmamalıydım. 

Sokağa çıkma yasağını tamamen abartıp battaniyenin altından çıkma yasağı olarak algılamış, bütün gün kılımı bile kımıldatmamıştım. Kendi elimle toprağa ektiğim tohumlarım ve fidelerime de bunu yapmaya hakkım yoktu. Kendimi masmavi gökyüzünden, kuş seslerinden, komşu selamlarından da mahrum bırakmıştım. Nedeni açıktı. Garip hasetlik halleri, yıllardır tekrar ettiğim cümlelerin anlaşılmamasına olan kızgınlığım. Hakkım yoktu elbet, her koyun kendi bacağında asılır, herkes sofradan kendine yeteceğini, gözünün gördüğünü ya da damağına uygun olanı alırdı. Bendeki bu herkesçilik biraz aileden de geliyordu. "El alem  ne der"cilik anneannemden mirastı. Kimsenin takdir etmediği şeyi yapmak yersizdi. Bu yargıyı, tabuyu bugün kırmanın zamanı şimdi. Kimse sevmesindi, okumasındı... Bana iyi geliyorsa neden yazmayacakmışım ki?

Böyle zamanlarda Stravinski geliyor aklıma. "Bahar Ayini" ilk sergilendiğinde yediği domates ve yumurtaların haddi hesabı yoktu. Oysa kendisi 20. yüzyılın en büyük kompozitörlerinden biriydi. Yılmadan kompozisyonlarını yazmaya devam etti. 

Elbette ki kendimi onunla aynı kefeye koymuyorum. Sadece bu durumdan kendime pay çıkarıp yoluma devam ediyorum. Müzikle iyileşmeye devam ediyorum, ediyoruz. Günümüz çağdaş müzik bestecilerinin durumu da böyle aslında... Siz popüler olanlar yetinmeye devam edin. Böyle haller ve durumlar insanı özüne de döndürüyormuş. 

Günün iyileştiren müziği hazır bahar da gelmişken Igor Stravinsky'den... Stravinsky, Sergei Diaghilev’den aldığı teklifle "Весна священная"yı 1910 yılında yazmaya başlar. 1913'te Paris'te seslendirildiği sırada izleyiciler arasında kimler yoktur ki... Maurice Ravel, Claude Debussy, Edgard Varèse, Marcel Proust, Pablo Picasso, Gertrude Stein, Jean Cocteau ve dahası... Ancak biraz önce de bahsettiğim gibi besteci yuhalanır!

Saatlerce analizini yapabilirim yapıtın ama bu kısa yazılarda analize pek yer yok gibi... Bunun yerine yazı içinde verdiğim linklere göz atabilirsiniz. 

Çocukluğumuzun TRT-1 Pazar Konserleri'ne de göz kırparak Sir Simon Rattle yönetimindeki Londra Senfoni Orkestrasını takdim ediyorum.

Umut yeniliklerde, yenilenmelerde...
Umut baharda...


25 Nisan 2020 Cumartesi

Müzikle iyileşiyoruz no.37

Sosyal medya hesaplarından takip ettiğim kadarıyla popüler olan birçok isim, online konserlerine sponsorluklar bulmuş ya da sponsorlar onları bulmuş durumda. Sistem ufak ufak değişecek diye
umutla beklerken yine devran aynı devran...

Yani mesela o sponsorluk veren şirketler, top yekün bütün parayı popüler isimlere harcayacaklarına (kaşeleri biliyoruz efendim biz de dış kapının mandalı değiliz), ana akım olmayan ama yaptığı müziğe müthiş emek veren onlarca grubun bir dolu masrafını karşılamak için kullanabilir. Mesela popüler isimler de bunun başını çekebilir ve yönlendirmeler yapabilir.

Stüdyolar için de, teknik ekipler için de çözüm önerileri düşünmemiz gerekiyor. YL tezim bir parça bunu içeriyordu... İlgili makaleler de bu blogun içinde bir yerlerde.  Bugün oldukça bıkkın yazıyorum çünkü bu konu müthiş canımı sıkıyor.

Yok yok umut kazmada değil.
Umut dayanışmada.




Selam büyükler merhaba çocuklar
Bu akşam size yeni bir öyküm var 
Dilim sürçerse kusura bakmayın 
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var 
Diyeceğim o ki kişi yetinmeli 
Yaşam dediğin kısacık bir çizgi 
Namus şeref onur hepsi güzel ama 
En önemlisi helal alın teri 
Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür dersen 
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen 
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama 
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma 
En güzel pilav Dimyat'ta pişer 
Yanında hoşaf ne güzel gider 
Sen yan gelip yatar karnın guruldarken 
Evdeki bulgur herkese yeter Şam ipeğinden urba giysen bile 
Zemzem suyuyla yıkansan bile 
Dünya ahret bir keyif sürmek için 
Mutlak dökmeli helal alın teri 
Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür dersen 
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen 
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama 
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma 
İnsanın bir kez ters gitmesin işi 
Muhallebi yerken kırılır dişi 
Kazma olmaya özenmeyin dostlar 
Alın teriyle kazanan en mutlu kişi 
Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür dersen 
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen 
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama 
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma

24 Nisan 2020 Cuma

Gürcü Sesleri/ Kartuli Khmebi/ ქართული ხმები /Qartuli Xmebi

Bugün size blogum üzerinden yönlendirme yaptığım YouTube kanalımdan sesleniyor ama "Merhaba arkadaşlar" demiyorum, bunun yerine Gürcüce selamlıyorum: Gamarcoba!

2004 yılında yani bundan tam olarak 16 yıl önce (vay be zaman ne de çabuk geçmiş!) Deniz Kahya ile birlikte Gürcistan'daydık ve kısa bir belgesel çektik. Lisans bitirme ödevim olarak yaptığımız çalışma Deniz Kahya'nın sayesinde biraz kendi sınırlarını aştı. Gürcistan'ın en önde gelen müzik adamlarıyla görüşme şansı yakalamış ve korolarını kaydetme imkanı bulmuştuk. 

Bana hep sorulan klişe sorular var: "Gürcü müsün?" Hayır, değilim! "Eeee, nereden geliyor bu ilgi?" Hemen anlatayım. Lise yıllarında Lazca'ya ve Lazca şarkı söyleme geleneğine ilgi duyuyordum. Evimde de konuyla ilgili epey döküman bulunuyordu. Sevgili Deniz bendeki dökümanları ve konuya olan ilgilimi görünce önüme fazlasını döktü. O dönemde Maçahela Yaşlılar Korosu ile çalışmalar sürdürüyor ve Bayar Şahin'e yardımcı oluyordu. Beni de tanıştırdı ve konuyla ilgili çalışma yapabilmem için elinden ne geliyorsa yaptı. Deniz'i Yıldız Teknik Üniversite'de Alper Maral ile yaptığımız Müzikoloji derslerimizden birine davet ettim, kırmadı ve geldi. Derste Lazca şarkı söyleme geleneğinden önce Gürcistan müziği üzerine çalışmam gerektiğine karar verdik. Aynı derste Sumru Ağıryürüyen de vardı. Canım hocam Alper Maral ve sevgili Sumru Gürcistan müziği meselesine gayet hakimdiler. O dersten sonra Gürcistan'a gitmem için hazırlıklar başladı. Gürcü alfabesini çözmeye başladım, yemeklerinden kültürlerine kadar bütün hayatım Gürcüler ve Gürcistan olmuştu. Evde Gürcü müziklerinden başka bir şey de az dinliyordum. 

Saha çalışması için hazırlıklar yapıldı. Mikrofon ve MD kayıt cihazı alındı, belimde olan saçlarım okuldaki erkek berberi tarafından eşek tıraşı yapıldı. Bir çanta ile yola çıkıldı. Deniz Kahya ile otobüse bindik, önce Hopa'da kaldık sevgili Kazım Koyuncu'nun evinde. Kardeşi Niyazi ve bütün aile bizi inanılmaz güzel ağırladılar. 

Deniz'den önce sınırı geçtim, Roland Şalikadze ve Vaja Tsiskaridze beni sınırdan aldı. Önce Vaja'nın stüdyosuna gidip soluklandık, ardından ise olması gerektiği gibi bir lokantaya oturduk. Kadife perdelerle biririnden ayrılmış localarda insanlar yemek yiyip şarap içiyorlardı. Perdenin öte tarafından "Hari haralooo" diye bir ses yükseldi. Ardından ona eşlik eden çok seslilik. Polifoniydi peşinde olduğum ve henüz Gürcistan sınırları içine gireli yarım saat kadar olmuştu ki peşinde olduğum şey kulaklarımda canlı canlı yankılanıyordu. Gözümden yaşlar süzülmeye başladı. Kameramı çalıştırmak istemedim, ses kaydı da almayacaktım. O benim zihnimde var olacaktı. Öyle de oldu, üstünden 16 yıl geçti hâlâ gün gibi aklımda. Kadife perde

ler "Haralooo" ile açıldı ve bütün gece şarkılar söylenip kadehler kaldırıldı: "Gaomarcos, Gaomarjos!" (şerefe!).

Konu ve özellikle de Gürcistan'da yaşadıklarım hakkında yazabileceklerim o kadar uzun ki... Zaten önemli bir kısmını ilgili kitabımda bulabilirisiniz: Gürcüler: Tarih, Dil, Kültür ve Müzik, Chiviyazıları Yayınevi, 2010.

Belgesel ise burada...




Müzikle iyileşiyoruz no. 36

Her günü birbirinin aynı olmakla suçlamaya başladık mı? O zaman şahane! Düşünsenize bi pandemi günlerinden önce de hayatımızda her gün bir önceki günün tekrarı gibi değil miydi? Şimdi o birbirinin aynı olan günleri evlerimizde geçiriyoruz. 

Geçtiğimiz günlerde Pınar Öğünç'ün "Nasıl olayım, deliriyorum tabii ki" yazısını okumazdan az evvel, ikili ilişkiler ve evdeki organizasyonun yine kadınların sırtına yüklenmesiyle ilgili yazsam mı diye düşünüyordum. Araya başka konular girdi. Evden çalışmak zorunda olan kadınların işlerinin daha zor olduğunu o kadar iyi biliyorum ki... 

Yıllarım böyle geçti. 

Eşler her ne kadar ev işlerinde başarılı da olsa kadınların bütün o işleri organize etmek konusundaki yetisine ulaşamıyorlar. 

Kadın evde ev işi yapmıyorken bile kafasının içinde taşıdığı ve nenelerinden getirdiği bilinçdışı ev işi düşünme yeteneği ile güne 1-0 mağlup başlıyor. Bir de çalışan anne iseniz o mağlubiyet 3-0'a kadar ulaşabiliyor. 

Tezimi, kitabımı yazarken de, dergi işi, organizasyon işleri yaparken de bir yandan ev işlerini düşünüyor bir yandan da oğlumun bakımıyla ilgileniyordum (hakkını yemeyeyim yardımcılarım çoktu). Bütün gün bilgisayarın başında çalışmak zorundaydım ama ben pişirmeyecek olsam bile öğlen ne yiyeceğimize, akşama ne pişirileceğine karar verme kısmı için otorite olarak görülmekten sıkılmıştım. Yıkanması gereken çamaşır, bulaşık yetişmesi gereken işin başına oturmamam için bahane falan da değildi ayrıca...

Gel gelelim bugüne, ilişkilerin çatırdadığı aynı evin içinde neredeyse bir buçuk aydır kalakalmış ve işini gücünü de evden yürüten beyaz yakalı bir orta sınıf var. Bunların önemli bir kısmı da kadın ve hatta anne. Erkekleri yermek istemiyorum ama size kadınlar arasındaki bir sırrı da vermeden edemeyeceğim: Erkeklerde empati yeteneği yok! Douglas Adam'ın "Otostopçunun Galaksi Rehberi"nde bahsettiği "empati silahı" bulunana kadar da bu yetenekleri gelişmeyecek. Dolayısıyla "Anla artık be adam" diye bağırmalarımız da, çırpınmalarımız da sessiz kalışlarımız da hiçbir işe yaramıyor! Erkeklere kızsak da bizim onları anladığımız kadar onların bizi anlamasını beklemek de büyük haksızlık. 

Belli ki bu süreçten sonra artık ikili ilişkilerimiz de aynı olmayacak. Çözüm olarak kimseye dişini sıkmasını söyleyemem, söylenmez de zaten. Ama ev içindeki şiddeti azaltmazsak filler tepişirken olan çimenlere olacaktır. 

Lütfen beyler organize edemiyor, empati kuramıyorsanız en azından azıcık kenara çekilin de yenilenen  sistemde yerimizi kendimiz belirleyelim. Sizin yarattığınızla bu işin olmadığını yüzyıllardır tecrübe ediyoruz zaten.  

Bugün de böyle...

Umut "eteğin altında"! 



Burçak Tarlası

Sabahtan kalktım da ezan sesi var,
Ezan da sesi değil(yar yar), burçak yası var.
Bakın şu deyyusun kaç tarlası var.
Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması
Burçak tarlasında yar yar gelin olması.
Eğdirme fesini yavrum, kalkar giderim
Evini başına (yar yar) yıkar da giderim.
Elimi salladım değdi dikene
İnkisar eyledim (yar yar), burçak ekene.
İlahi kaynana, ömrün tükene.
Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması
Burçak tarlasında yar yar gelin olması.
Eğdirme fesini yavrum, kalkar giderim
Evini başına (yar yar) yıkar da giderim.




23 Nisan 2020 Perşembe

Müzikle iyileşiyoruz no. 35

Bugün 23 Nisan ne dolacağını bilemiyor insan!


Çünkü neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz bir dönemdeyiz. Eskiden en sevdiğim bayramdı 23 Nisan, çocuklar vs. Dünyanın dört bir tarafından gelen çocukların ülke içinde farklı ailelerin evlerinde kalması, çocukların kaynaşması... "Daha bir ballanır uyku çocuklar kardeş oldumu" teması, tüylerimizi diken diken eden gösteriler....

Sonra sonra protokolün gölgeliklerde ve rahat koltuklarda oturtulup çocukların saatlerce ayakta dikildiği, ağlaya zırlaya sahneye çıktıklarını fark ettiğimde içimde de bir şeyler değişmeye başladı. Sedat Yağcıoğlu'nun 2012 yılında, konu hakkında yazdığı makaleden küçük bir alıntıyı şuraya bırakmış olayım ki aynı cümleleri tekrar etmeyeyim. Zira kendisi "Bu hafta içinde bolca göreceğimiz; paternalist sistemin tek günlüğüne tersyüz edilerek üstün koltuklarını astları olan çocuklara bıraktığı uygulamalar; stadyumlardaki militarist, ırkçı şiirler ve tuhaf koreografilerdeki dans ve diğer bedensel şovlardan oluşan törenler; burjuva düzen medyasında "ışıltılı başarılara imza atmış" çocukların vitrine çıkarıldığı programlar aslında cumhuriyet döneminin 23 Nisan'ın bayramlaştırılması ideolojisinin ilkel birer göstergeleri sadece" diyerek meramıma ortak oluyor.


Bu yıl hepimiz evlerimizden iştirak ediyoruz 23 Nisan etkinliklerine. Bildiğiniz ve gördüğünüz üzere sosyal medya hesaplarımızdan. Çocukların bir kısmı her ne kadar kendi istekleriyle yaptıkları etkinlikleri paylaşıyorsa da diğer bir kısmı için oldukça stresli ve isteksizce yapılan işler. Üstelik çocukların kişisel hak ve özgürlüklerine dair de sosyal medya üzerinden ihlal yapıldığını (hatta ben de bunun bir parçasıyım ne yazık ki, itiraf ediyorum) da söylemekte yarar görüyorum. Sosyal medyada çocukları afişe etmek ne kadar doğru, başka bir yazının konusu olsun ancak burada da not olarak dursun. 

6 yaşında bir öğrencim vardı. Şahane dersler yapıyorduk. Çünkü hiçbir zaman hırslı bir öğretmen olmadım ve öğrencilerim kapasitesi olduğunu bilmeme rağmen istekleri dışında hiçbir şey çaldırmamaya özen gösterdim (hırslı hal, kendi çocukluğuma dair konservatuar travmalarımın depreşmesine sebep oluyor). Bu öğrencimle de durum aynen böyleydi, ta ki 24 Kasım Öğretmenler Günü adım adım yaklaşıncaya kadar. Annesi bir parça çaldırmak istedi. Bazen ben de tutukluk yapabiliyorum. "Tamam" dedim "Ben transkripsiyonunu (notalarını yazmak) yaparım parçanın ve çaldırmak için uğraşırım". Çocuk müthiş yetenekli. Duruş, tutuş, o yaşta olmasına karşın tuşe... Çalmak için direnç gösterdi, çalmadı. Hiç zorlamadım, ama çalmasını isteyen büyüklerin kaşları çatılmıştı bile... Sonuç mu? O zamana kadar mükemmel giden derslerimiz o günden sonra kabusa döndü, birkaç hafta sonra da son buldu.

Kendi emellerimizi çocukların üzerinde gerçekleştirmeye başlamaktan ne zaman vazgeçecektik?

Bu konunun  masum kısmı aslında. Farkındalığım biraz daha arttıktan sonra çocuk işçiler, çocuk gelinler, mülteci çocuklar, cezaevindeki çocuklar, şiddete maruz kalan çocuklar, lgbti çocuklar, çocuklar, çocuklar, çocuklarımız ve onların etrafında şekillenen konular 23 Nisan gibi çocuk günlerinin riyakârlığını yüzüme çarptı. Burada tek tek herbiri hakkında yazıp canınızı da sıkabilirim ama yapmayacağım. Sadece tekrar tekrar hatırlayalım ve ilgili linklere tıklayalım lütfen. 


Bir de çözüm önerisi arayanlar, riyakarlığa doyanlar ve değişimi kendinden başlatmak isteyenler için sevgili Emrah Kırımsoy'un "Çocuğun insan haklarını odak alan ve ona borçlu olunan muameleyi hayata geçirmek için yetişkinlere notlar"ını da buraya bırakıyorum. 

Çocuklara dair görmezden geldimiz ne varsa bizim riyakarlığımızdan ve affedilemez. Bir gün değil her gün çocuklar. Riyakarlığımızın da 100. yılı kutlu olsun!

Datça'ya geldiğim ilk sene çocuklarla koro çalışması yapmıştık ve bu şarkıyı birlikte söylemiştik. Sözleri Tahsin Saraç'a müziği ise Yalçın Tura'ya ait "Çocuklar Kardeş Oldumu" isimi şarkı bugünün iyileştiren parçası...

Çünkü...  

Umut çocukta!


Çocuklar Kardeş Oldumu

Daha bir ballanır uyku
Çocuklar kardeş oldumu.
Barışır artık kurt, kuzu
Çocuklar kardeş oldumu.

Düşler denizine doğru
Mutluluk, bir yelken açar.
Her yürek bir altın pınar,
Çocuklar kardeş oldumu.

Daha bir ışıldar akarsu
Çocuklar kardeş oldumu.
Kucaklaşır batıyla doğu,
Çocuklar kardeş oldumu.

Ne açlık kalır, ne korku,
Korudaki fidanlar gibi,
Sevip sevip birbirini
Çocuklar kardeş oldumu.


Bu da bu sabah duyduğum canım arkadaşım, orkestra şefi ve besteci Orhan Öner Özcan'a ait bir çeşitleme. Tam da ifade etmek istediklerime tercüman olmuş diye....


Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)

Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri…   Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...