17 Temmuz 2022 Pazar

Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)


Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri… 

Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı…

Hop orada dur bakalım!

Hiçbir şey yanmaz değil çünkü. Kimseye bir şey öğretmek için demiyorum, sadece kendime hatırlatmak için yazıyorum. Yanmaz değil, ısıya dayanıklı. Hiç yanmayan bir şey görmedim hayatımda. Her şey yanabilir. 


Kozalakların içindeki tül gibi olan o tohumumsu adını bilmediğim şeyler metrelerce öteye yangını taşıyabilir. Ne acı ki yangından kaçarken kanadı yanan kuş da can havliyle başka bir yerde yangına sebep olabilir. Dahası yangının kendisi kendini bir yere taşımak istediğinde spot yangın adını verdiğimiz alakasız bir yerde kendini başlatabilir (ki 13 Temmuz’da belediye işçilerinin başına gelen de tam olarak buydu. Yangının içinde değillerdi. Araç içindeydiler, camları açıktı ve birden araçları alev aldı. Gerçekten spot yangın öngörülemez ve tehlikeli bir durum…)


13 Temmuz günü için niyetimiz sakin bir gündü. Sosyal medya ve mesajlarıma daha az bakmaya karar verdiğim hatta acaba kapatsam da azıcık beynimi mi dinlendirsem dediğim günlerden geçiyordum. Daha çok kitap, müzik, sevdiklerim ve bahçeyle ilgilenmek, daha fazla yazarak zaman geçirmek istiyordum. Eve de adımımı bu niyetle atmış, “Pink Floyd gelse evden çıkmam” noktasına kadar ilerlemiştim. Kim bilebilirdi ki telefonuma gelen mesaj ve çağrıların Radar tepesine yakın bir yerde yangın çıktığı ihbarını vereceğini ve bir duman bulutunun da yavaş yavaş evimizin karşısındaki tepeden görüneceğini. Hiç zaman kaybetmeden kendi evimizin güvenliğini bir parça aldıktan sonra Afet Koordinasyon Merkezi’ne (AKOM) yola çıktık sevdiceğimle. Zaten pek çok şeyimiz hazırdı. Çünkü hem Orman İşletme şeflerimiz, müdürlerimiz aylardır bu çağrıyı yapıyorlardı hem de geçen sene ciğerimizi yakan Marmaris yangınından pek çok deneyimimiz vardı. Ah bir de Börtübet yangının üzerinden pek de zaman geçmemişti. 


Çağrıyla birlikte soluğu AKOM’da aldık. MAG-AME/SAR’daki öncü operasyon ekibi çoktan yola çıkmıştı. Yeni ekiplerin çıkışı için de hummalı bir çalışma yürütülüyordu. Dumanlar karardıkça devam etmekte olan yangının daha da can sıkıcı bir hal aldığını anlıyor, içimizin kararmasına engel olamıyorduk. Ne vah vahlandık, ne tüh tühlendik. Sahaya göndereceğimiz yeni ekibin hazırlanmasına odaklandık. Bir yandan da Orman Gönüllüleri olarak ormancıların durumlarına ve ihtiyaçlarına odaklandık. Telsizler, telefonlar, ihtiyaç listeleri, ekiplerin sağlığı… Zamanı fark etmiyor ancak zamana karşı yarışıyorduk. “Durum bilgisi” isteyenlere cevap veremiyorduk. Çünkü sadece önümüzdeki işe konsantre olmuş, ihtiyaçları karşılamaya çalışıyorduk. Ne sosyal medyaya bakıyor ne de ihtiyaç dışında telsizi, telefonu kullanmıyorduk. Meğer de böyle oluyormuş. Bir kişi birkaç işi birden yapmak zorunda kalabiliyormuş. Tam da bu sebeple belki daha çok ihtiyaç duyduk insan gücüne. Nerede ne yaptık, nasıl bir 25 saat geçirdik inanın hatırlamıyorum. Kimlerin çıktığını, hangi kurumlardan birileriyle işbirliği içinde olduğumuzu, ihtiyacın ne olduğunu net hatırlıyorum. En nahifi de belki pek çoğunuza itici gelecek ama “sigara-kahve” oldu. Keyif için değil elbette. Tiryaki olmayan bilmez. Bazen ne yeme- ne içme yoktur gözünde -ki kriz anlarında da yoğun çalışırken de inanılmaz ihtiyaç duyarım buna. Kahve çağrısına cevap verebildik ancak sigara için aynı şey geçerli olmadı ve ben bunu epey dert edindim. Elimden de hiçbir şey gelmedi. 


Saat: 02.00’yi geçmiş meğer. Bunu da öncü ekip olarak çıkan ve ardından gönderdiğimiz ikinci ekipteki arkadaşlar AKOM’a gelince fark ettik. Diğer ekip 04.30 civarı çıkacaktı alana malum azıcık dinlenmek, soluklanmak gerekliydi. Biz de gidip dinlenmezsek hayrımız yoktu. Çünkü önce can sonra canandı. “Vakaya giderken, vaka olmamak  gerekir”di. 



Nöbet devrettiğimizi düşünüp eve döndük. Ancak bir saat bile geçmeden AKOM’a geri döndük. Ekiplere yeniden ve ivedilikle çağrı yapılmış, AKOM’da kim var kim yok sahaya çıkmıştı. Dönüp yeniden merkeze gittik. Geçici bağış olarak gelen dolaplar su, buz ve erzakla, depolar ilaçla sahadaki ekiplerin ciğerleri dumanla, bizim içimiz ise yapılması gereken ne varsa onunla dolmuştu. 05.30’da bir ekip daha çıkacaktı. Derken Fethiye ekibi gelecek, gelen telefonlara ve çağrılara yanıt verilecek, gitmesi gereken erzak ve sular doğru yere ulaştırılacak, Pati Koruyucuları karşılanacak (ekipman eksikleri giderilecek), çıkış yapan ve sahada olan kişi ve envanterin listesi hazırlanacak ve dahası… 


Sabah mıydı? Akşam oldu sanmaya devam ediyordum. Gecesi gündüzüne böyle karışıyormuş insanın. 4 gün festival yapmıyor muyduk biz hiç uyumadan? Bu da aynı şey sanıyordum eğitimlerden sonra. Bunu da festival organize eder gibi yaparım sanıyordum. Evet elbette şemasal olarak benziyor festival yapmaya ama hem motivasyonu fazla hem de organizasyonu daha zor. Çünkü festivalde nerede ne yapacağın önceden belirlenmiş oluyor. Doğanın festivalinde ise (buraya tepki vermeyelim çünkü aslında hiçbir şeyin önüne geçtiğimizi düşünmüyorum, her türlü doğal afet onun kendisini onarmak, yok etmek vs. için olduğu görüşündeyim, insan eliyle de yapılmış olsa geniş çerçeveden bakınca başka görünüyor) ne zaman ne olacağı belli değil ve aslında çok da çaresiziz. Bir yandan da küçük, minicikiz… Diğer taraftan ise doğal afetlerde moralini yüksek tutmak pek öyle festivalde eğlenmeye benzemiyor. Bu da bu işi daha yorucu kılıyor. Bir de sen işini yapmaya çalışırken tuhaflıklar da oluyor. Festivalde olsan takarsın belki ama burada ne takmak için zaman ne de takat var. Bir işi sakin ama hızlıca bitirmek gerekiyor.  Olan şeyi sonra konuşulmak üzere kenara not alıp yola devam etmek. 


Filmi biraz geri sarmak ve 13 Temmuz yangının bir sene öncesine gitmek istiyorum. Marmaris yangınları var. Yardım çağrıları yapılıyor, yardımlar ediliyor, işler bir şekilde yürüyor. Elimden geleni yapmaya çalıştım. Daha önce böylesi bir şey yaşamamıştım. Sahaya çıkmadım, evimdeydim. Elimden telefon, verandamdan misafirim eksik olmadı. Eksik olan tek şey eğitimlerimdi. Koordinasyon yapmaya, bir şeyleri organize etmeye alışıktım. Gelen misafirlerim ya yangın alanından dönmüş ya yangın için bir şeyler yapmak isteyen ya da bir şeyler yapmasına karşın bizimle sakince meselenin özünü konuşanlardı. 


O yangınların sonunda İstanbul depremini bekleyen bir Heybeliadalı olarak zaten oradayken almaya niyet ettiğim eğitimimi burada artık almam gerektiğini anladım. MAG  (Mahalle Afet Gönüllüsü) olmaya karar verdim, AME/SAR’ı  (Acil Müdahale Ekibi) zaman gösterirdi zaten. Kışın azimle gittim eğitimlerimi tamamladım. Henüz öğrenmem gereken çok şey vardı. Orman Gönüllüsü olmak isteyenler için de eğitim açıldı. E zaten ben orman gönüllüsüydüm Heybeliada’dan ama bilgileri tazelemek gerekirdi, birkaç saatimi verip onu da aldım. 


Bu eğitimlerin bana kattığı çok şey oldu:

Örtü, tepe, toprak yangını, spot yangın nedir; ormancıların çok zorda kaldıklarında karşı yangın açarak yangını kontrol altına alabildiğini; üç 30 kuralının tehlike arz edebileceğini, acil durum çantamızda neler olması gerektiğini; işi olmayanın kesinlikle, değil ki sıcak alan, alana girmemesi gerektiğini öğrendim. Daha öğrendiğim pek çok şey oldu elbette. Bunlardan en mühimi de gerçekten “Birlikte Güçlü olduğumuz”du. 


Bu ne bir reklam yazısı ne de dilek istek kutusuna atılacak bir mektup. Geçen yıldan beri yaşadığımız afetlerin bana öğrettiği en önemli olgular birlikten güç doğduğu ama kontrolsüz gücün de gerçekten hiçbir işe yaramadığı oldu. Bir de ne olursa olsun bilginin sakin kalmak konusunda çok işe yaradığını pratik edebildim. Yangınlar ve soğutma boyunca sürc-i lisan ettiysem bahanesiz farkındasızlıktandır (öyle ki aslında içim çok ferah ve rahat), özrümü diliyorum. Başımıza bir daha böyle bir şeyin gelmemesini temenni ediyorum (bu demek değil ki eğitim almayalım, eğitimlere devam etmeyelim). Gelirse de kendi adıma daha farkında olarak işlerin ucundan tutmayı temenni ediyor ve niyet veriyorum. Yangın sonrasında yapılacak işler bitmemişken, sıcaklar devam ederken ve yine bu yıl öğrendiğimiz üç 30 kuralı (30 derece üstü sıcaklık, 30 Km rüzgar, %30’un altında nem) halen yuvamızı terk etmemişken de öz farkındalığımın/farkındalıklarımızın yüksek olmasını, diliyorum.  

12 Temmuz 2022 Salı

Savruk yazılar 002

Sevgili dünlük,


Dünlük diye başladım çünkü birkaç zaman önce olmuş olan bir şeylerden serzenişte bulunup bunu da zamanın tozlu, raflarına ya da dijitalin unutulmuş ve bir daha asla bakılmayacak web sayfalarına bırakacağım.


Daimi okuyucularım yaşadığım yerin neresi olduğunu gayet iyi biliyorlar. Bu yüzden ismini bir kez  daha zikretmiyorum. Geçtiğimiz günlerde burada incir çekirdeğini doldurmayacak bir mesele yaşandı. Sokakta çalan müzisyenlere zabıta müdahale etmiş. Çünkü müzisyen arkadaşlarımız amfiyle ve etrafı rahatsız edecek seviyede bir sesle müzik yapıyorlarmış. Eski Özge olsa “Yav ne diyorsunuz, böyle şey mi olur” der olaya bodoslama dalardı. Şimdi biraz duruyorum, olan bitene bakıyorum bazen hiçbir söz söylemeden köşemde oturuyorum. Bu konuda çok sessiz kalamadım. Etrafımda sürekli bir şeyler geveleyip durdum. Konunun bana ne anlattığını anlamaya çalıştım. Pandemi boyunca müzik emekçilerine son derece destek olan, onların dertlerine derman olabilmek için bir şeyler yapmaya çabalayan bir belediye neden şimdi müzisyenin/müzik emekçisinin ekmeğiyle oynasındı ki? Tek konu vardı o da desibel sorunu. Amfiyle çalmak yasaktı bu netti. Bir de benim gözümde sadece yaz aylarında buraya gelip de sadece buranın ekmeğini yemek de bir samimiyetsizlik yaratıyordu. Bu benim düşüncem elbette. Belediye zabıtalarının pandemi döneminde dahi sokakta çalan ve bunu da akustik performans olarak gerçekleştiren kimseye bir şey demediğiydi. Sonradan konu tatlıya bağlanmış. Müzisyenler belediye yetkileriyle görüşüp izinlerini almışlar ve sokakta çalmaya başlamışlardı. Peki bunu sosyal medyada hunharca paylaşmak ve daha önce de dediğim gibi Pandemi döneminde kendilerine her türlü desteği sağlayan belediyeyi kötülemenin ne anlamı vardı? Benim için sadece reklam kokan bir hadiseden öte değil. Ha yeri gelmişken söyleyeyim arkadaş(lar) hala amfiyle çalmaya devam ediyorlar. Amacım kimsenin ekmeğiyle oynamak değil sadece samimiyetsiz bulduğum olay örgülerini kendimce açıklamak. Bu süreçte dilimi tutamayıp ama cevap da alamadığım bir gazeteci abimize sorduğum soruların yanıtlarını da burada sizinle paylaşmak istiyorum.

  

Sorularım ise şöyleydi: 


Kimseyi savunmak etmek için demiyorum ama şu notları düşmek isterim, 

  1. XXX Belediyesi pandemi döneminde burada yaşayan müzisyenlerine sahip çıkmış gerek online olarak yapılan festivalde gerekse pek çok bakımdan müzisyenlerini desteklemiştir. Bunun unutulduğunu düşünüyorum…


2. En son yaptığımız çalışma ise Türkiye’de müzik emeğinin durumunu anlatmaya gayret etmiştir. Sokak müziği meselesine kadar konuşulması gereken, sigortasız çalıştırılıp açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edilmiş müzik emekçilerinin varlığıdır. Yukarıda kültür emeği başlıklı bir link bırakmıştım, ilginizi çekerse… sektörden olmayıp ya da sektörün sorunlarını bilmeden yorum yapmaya kalkışmak sadece iyi niyet göstergesiymiş gibi kalıyor. Bu da naçizane ve ziyadesiyle üstencil düşüncem.


Kim kimi engellemiş, ceza var mı (makbuzlu), çalan arkadaş amfi kullanmış mı? Bu sorulara da yanıt bulabilirsek çok iyi olur. Ya da Datça’da müzisyenler birlik olmuşlar da mekanlara kaşe için alt limit belirlemişler mi, sözleşme şartname yapıp kendi haklarını gözetecek herhangi bir eylemde bulunmuşlar mı? Buradaki karşı çıkışlarındaki sebep nedir, amaç nedir?


Peki bunları hangi vasıfla soruyorum. Birincisi müzik emekçisi olarak ikincisi, müzik emeği üzerine çalışan bir müzik yazarı olarak. 


Diyeceksiniz ki sana ne? Hakkaniyetsizlik, reklam kokusu ve vefasızlık beni rahatsız ettiği için üzerine çok düşünüp bir şeyler karalamaya çalıştım. 



Her daim sokak müzisyenlerinin ve müzik emekçilerinin yanındayım elbette ama hiçbir koşulda beni arayıp sormayan müzisyen arkadaşlarımın “Belediyenin tavrına karşılık sokakta çalıyoruz, sen de gelip destek olur musun?” demesi bile beni rahatsız etmeye yetti. Neden mi? Çünkü o arama sadece saf doldurma talebinden ibaretti benim gözümde.



Bazen bazı şeylere hiç düşünmeden fevri bir şekilde yanıt veriyoruz. Hayatım boyunca bunu çok yaptım. 40 yaşıma geldiğimde ise hem en yakınım olan insanlardan hem de deneyimlerimden her hıyarım var diyene tuzla gitmemek oldu. Ağrıma gidenler artık ağrıma gitmemeye de başladı böylelikle. Ne rahat şeymiş “Bana ne, sana ne, kime ne?” diyebilmek ve bu bananeciliğin de altını doldurabilmek. 


Başka bir sorum daha olacak ve altında da naçizane diyemeyeceğim çözüm önerilerim. Tatil beldelerinde plajlar, barlar insan doldu. Bir işletme diğerinin sesini bastıracağım diye köklüyor da köklüyor müziği. Kimsenin bir diğerine saygısı yok. Müzikaliteyi hiç sorgulamıyorum bile. E be demezler mi ki, “Sokakta amfisiyle çalan adamı engelliyorsun da bangır bangır müzik çalan işletmelere göz yumuyorsun?” Diyorlar ama pek de bir işe yaradığını sanmıyorum. Bu da yaşadığım yerdeki belediyenin açmazı oluyor. Koyarsın bir desibel ölçer hem sokak müzisyenine hem de işletmelere bir de desibel limiti o zaman herkes ne kadar da mutlu mesut yaşıyor görürsün. Ne şiş yanar ne kebap, ne amfi çazırdar ne de kolonlar ve kulaklar patlar. Herkesin beklentisini karşılayamasan da “çabaladım” dersin.


Sokakta çalacak müzisyenlere de baktın çoklar, büyükşehir belediyelerinin yaptığı biçimde eleme yapar yerlerini belirlemek için de kuraya tabi tutarsın. bir müzik yazarı olarak burada görevimi tamamlıyorum. Yazdıklarıma karşın bir kızgınlığınız varsa “Savruk Yazılar 001”i okumanızı rica ediyorum. 


11 Temmuz 2022 Pazartesi

Savruk yazılar 001

Ne söylediğim ne de yazdığım hiçbir sözü geri alamam. Ancak onların etkisini değiştirme gücüne sahip olduğumu biliyorum. Daha doğrusu yeni öğrendim. Bildiğim bir diğer şey ise bana bu yazıyı yazma motivasyonunu da veren enerjiyle aynı: Ben müzisyen değilim. Müzik insanı mıyım o bile tartışılır. Ama bugüne kadar kendimi var etmeye gayret gösterdiğim alan bana öğretilegeldiği biçimiyle müzik oldu hep. 40 yaşımın öğrettiği ise keyif almadığın hiçbir şeyi zorla yapmamam gerektiği oldu. 


Yazı yazmaktan duyduğum haz zaman zaman birileriyle birlikte tınıların içinde dolaşabildiğim, kaybolduğum ve tınılarla dolduğum ve doyduğum zamankiyle benzeşse de hiçbir zaman kendimi müzisyen mertebesinde görmedim. Hatta başkalarının müziklerini sadece taklit yöntemiyle içine bir takım çeşniler koymadan yapanların da kendilerini müzisyen mertebesinde görüyor olmasına şaşkınlıkla baktım. Bu ise beni zaman zaman başkalarının gözünde egosu yüksek, çok bilmiş ve hatta itici bir insan yaptı. Oysa bahsettiğim mertebe meselesi o kadar başkaydı ki… Anlatamadığım için ben yüksek egolu olmaya razıyım. Herkes şarkı söyleyebilir, herkes bir müzik aleti çalabilir. Hatta ucundan da olsa hemen herkes bunu mutlaka denemelidir de. Şimdi diyeceksiniz ki “yaşam mücadelesi içinde ne müziği yahu, biz olmuşuz müzik”.  Konu tam olarak öyle değil. Çünkü bir müzik aleti çalmak için ya da şarkı söylemek için illa orta sınıf ya da üstü olmamıza gerek yok. Zaman zaten oldukça müzikal… taşı taşa vurarak da müzik yapılıyor ki bu biçimde albüm yapmış olan müzisyen örneği bile verebilirim: Stephan Micus – The Music Of Stones (1989-ECM Records).


Neyse döneyim konuma… Ben hep çok güzel şarkı söyleyen kadınları kıskandım. Bana da zaman zaman ne kadar güzel şarkı söylediğim, icramın güçlü olduğu söylenmiş olsa da. Ancak bir koloratur soprano annenin kızı olmak o kadar da kolay değil. Aile ortamlarında bile ben şarkıya dahil olduğumda susturulduğum çok değilse de oldu. Hatta bence bir insanın başına böylesi bir şeyin bir kere bile gelmiş olması ileriki zamanlarda bunun travmatik bir duruma dönüşmesi için yeterli. Hele ki o kişi benim karakterimdeyse. Küsüveririm, sonra da barışırım elbette. Barıştığım zamanlarda da işin bokunu, kendimi de sahneye çıkarırım. Her defasında aynı özgüvensizlikle sahnede buluveririm kendimi. Çünkü öyle bir yetiştirilmişimdir ve okullarımın isimleri de o kadar müziği büyütmüştür ki detone oldum, surtone  oldum, amman orada fazla vibrato yaptım diyerek şarkı söylerken kendimi yerim. O kadar büyüktür ki okullarımın ismi hiçbir zaman müzik yapamam gönlümce. “Müzik Bölümü” söz dizisi o kadar büyüktür ki sen altında ezilirsin. Sınavları da büyüktür bu okulların. Her sahneye çıkışımda ya da dost meclislerinde şarkı söylerkenki takındığım tavır, jüri önünde sınava giriyormuşçasına heyecanlanmama sebep olur. Biri benim önümde sahnedeyken de jüri koltuğuna ben otururum bu sefer. Bu da bana öğretilegelmiştir. Çocukluk çağlarımdan itibaren gittiğim bütün konserlerden aklımda kalan ne keyif ne haz ne de eğlencedir. Aklımda kalan tek his memnuniyetsizlik. Orkestra konserlerinde ya yapıtlar beğenilmez ya da icra eden orkestralar. Korolarda kesin entonasyon sorunu vardır. İlla bi memnuniyetsizlik. Hatta eleştiri yazmayı kimse göze almaz memlekette ama o konser sonlarında atılan kulislerde hep belden aşağı vurulur. İçten içe haset midir yaşanan bilmiyorum. Ben de çok yaptım. Halen de dinlediğim bir albüm ya da performans üzerine eleştiri yapmıyor değilim. Lakin işin biraz daha küresel sermaye boyutundan bakmaya çalıştığımı da düşünüyorum. Yani aslında günümüzde hangi tür müzik yapılırsa yapılsın mutlaka işin piyasa boyutu da düşünülüyor ve çoğu müzisyenin yaptığı iş ne yazık ki içtenlik taşımıyor benim nezdimde. Çünkü o içtenliği bozan popüler kaygılar görüyorum… Bir şey başka bir şeye benziyor dolayısıyla. Bir diğeri de diğer bir şeye ve ortaya özgün çok az iş çıkıyor. Pop müzik içinde konuşacak olursak da 90’lara öykünmenin bir sebebi olarak yeni üretimin tabanının oluşmadığını söyleyebiliriz de belki kim bilir. 


Artık kayıt yapmak, bunu da çat diye piyasaya sürmek çok kolay. Her şeyi dinlemek ise imkansız. Evde durup dururken kendinden çıkan bir şeyi bile hiç üzerinde oynamadan etmeden ya da basit bir altyapıyla dinleyici karşısına çıkarmak mümkün. “Abi koy işte hemen”cilik fazla mı gelişti ne? Bu da niteliğin azalmasına sebep oluyor gibi geliyor. Müzisyenlik mertebesi ise autotune’lara emanet. 


Yine bir yazıda daha daldan dala atlayarak sanıyorum ki ifade etmem gereken asıl şeyleri kaybediyorum. Belki müzisyen olmadığım gibi yazar da değilimdir. Canım sağ olsun. Yazdıkça açılıyor insan, çaldıkça, söyledikçe olduğu gibi. Hepsi disiplin işi aslında. Hangimiz daha disiplinli olabiliyoruz ki? Hangimiz hakkını verebiliyoruz ya da bölünmüyoruz bir şeyler üretirken. 


Son dönemde daha doğrusu son bir yıldır içime sinen hiçbir şey üretebilmiş, yapabilmiş değilim. Bu konuda da kendimden hiç razı değilim aslında. “Sonsuz konsantrasyon bozukluğu” ya da Dominic Pettman’ın dediği gibi “Sonsuz Dikkat Dağınıklığı”. Sürekli bir senkronizasyon istenci. hangi medyayı (görsel, işitsel, duysal, duyusal) kullanırsan kullan 21. yüzyılda elinde hangi materyal olursa olsun özgün bir şeyler üretebilmen imkansıza yakındır. YTÜ’deki Temel Tasarım derslerimizde -ki biz o derse temel kasarım diyorduk- bizden istenilen tek şey ne üretirsek üretelim özgün olması ve mutlaka alt metninin oluşturulmuş olmasıydı. Yani iki kibrit çöpünü yakıp birbirine monte edipte de götürebilirsin ama daha önce düşünülmemiş bir fikir ile. Biz bu dersi alırken işimiz biraz daha kolaydı ama şimdi Hazreti Google’da olmayan fikir yok gibi. 


Üretim giderek zorlaşıyor. Ya da eskiye dönüş baş gösteriyor. Ne yalan söyleyeyim bazen bahçede yetiştirdiğimiz ürünlerden konserve yapıp kışa hazırlanmak herhangi bir sanatsal kaygı güttüğüm bir şeyler yapmaktan çok daha anlamlı geliyor. Bunları da sosyal medyada paylaşıp başkalarının dikkat dağınıklığına sebep olmak istemiyorum. 


Nasıl ama epey birikmiş değil mi meseleler? Yani başladığım nokta nasıl ve neden müzisyen değilimken domates üretimine kadar geldim. Ama hepsini birbirine paralel görüyorum. Yalan ve gerçek gibi. Hangisinin yalan hangisinin gerçek olduğunu görmek ise hepimiz için zaman alacak sanki. 


Samimi üretimlerin çoğaldığı zamanlara özlemle…


Aslında müzisyen olmak anda kalıp anda kendini gerçekleştirmekten ibarettir. Kimseye hesap vereceğin bir durum da olmamalıdır. Kimseye kendini beğendirmek gibi bir kaygısı da… 

Her ne koşulda olursa olsun kendini gerçekleştirmek olmalıdır müzik ve müzisyenlik.  

Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)

Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri…   Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...