13 Mayıs 2020 Çarşamba

Müzikle iyileşiyoruz no. 55

Bugün asla unutmamamız gereken, 
unutursak yüreğimizin kurayacağı günlerden biri. Sayılarla aranız iyi olmasa bile unutmamamız gereken bir sayı: 301! Bugün günlerden Soma. Hani o sedye kirlenmesin diye çizmelerini çıkarmayı düşünen madencinin hatırlanma günü. Hani o Yusuf Yerkel'in madenciye tekme attığı ve attığı tekme sonucu ayağının incinmesi sebebiyle tekme attığı kişinin 543 TL ceza aldığı gün (filmde görsem inanmam, ama oldu işte). Bugün günlerden 301 kişinin katledilişini izlediğimiz gün. Aileleriyle birlikte binlerce insanın etkilendiği korkunç bir gün bugün. Kaza değil katliamın yaşandığı bir gün. Sorumsuzluk, denetimsizlik, adaletsizlik, hukuksuzluk hatta ahlaksızlığın kutsandığı gün bugün. 

Daha fazla konuyla ilgili yazmak istemiyorum. Ailemin önemli bir kısmının madenci olduğunu düşündüğümde zaten tüylerim birinci derecen diken diken oluyor. Keşke o dikenleri konunun sorumlularına batırabilsem diye bile düşünüyorum. Ama hissetmezler...


Günün şarkılarından biri Pete Seeger imzasını taşıyor: "If I Had a Hammer" (Çekicim Olsaydı Eğer).

Gelelim şarkıya, Pete Seeger ve Lee Hays tarafından 1942 yılında yazılan parça 1962 yılında popülerliğine Pete, Paul, Mary'nin aynı adlı albümüyle kavuşuyor. Ancak parça en çok Trini Lopez yorumuyla bilinir ve tanınır oluyor. Hatta bu kayıt Grammy'de "En İyi Folk Kaydı" ve "En İyi Vokal Grubu Performans" ödüllerini alıyor. Bu parçayı seçme sebebim Segger'ın  parçayı özellikle maden işçilerine söylemesi. 

Bilindiği kadarıyla şarkı ilk olarak Pete Seeger ve Lee Hays tarafından 3 Haziran 1949'da St. Nicolas Arena'da Smith Act yasasını ihlal ederek Hükümeti devirmekle suçlanan ABD Komünist Parti liderlerine destek amaçlı düzenlenen konserde seslendiriyorlar. 

Şarkı onlarca kez farklı müzisyenlerce de yorumlanıyor. Bunlardan biri Victor Jara'yken diğeriCem Karaca... Hatta şarkı yakın zamanda Türk televizyon kanallarında yayınlanan yarışma programlarından birinde soru olarak bile çıkmış. 

Cem Karaca parçayı 4 Nisan 1964 yılında radyo programında canlı olarak seslendiriyor. Programın sunucusu (sanıyorum ki aslında canlı bir sahne şovunun radyodaki yayını) Karaca'yı Toto Karaca'nın oğlu olarak takdim ediyor. 

Umut, kardeşlerimizin arasında söyleyeceğimiz sevginin şarkısında!
Umut, maden ocaklarında kazma sallayanların haklı direnişlerinde!






If I Had a Hammer

If I had a hammer,
I’d hammer in the morning
I’d hammer in the evening,
All over this land.
I’d hammer out danger,
I’d hammer out a warning,
I’d hammer out love between my brothers and my sisters,
All over this land.
If I had a bell,
I’d ring it in the morning,
I’d ring it in the evening,
All over this land.


I’d ring out danger,
I’d ring out a warning
I’d ring out love between my brothers and my sisters,
All over this land.
If I had a song,
I’d sing it in the morning,
I’d sing it in the evening,
All over this land.
I’d sing out danger,
I’d sing out a warning
I’d sing out love between my brothers and my sisters,
All over this land.
Well I got a hammer,
And I got a bell,
And I got a song to sing, all over this land.
It’s the hammer of Justice,
It’s the bell of Freedom,
It’s the song about Love between my brothers and my sisters,
All over this land.


It’s the hammer of Justice,
It’s the bell of Freedom,
It’s the song about Love between my brothers and my sisters,
All over this land.

Bir diğer parça ise yaşamak için ölüm orucunda olduğunu söyleyen ve alnımızda kara bir leke olarak kalacak, İbrahim Gökçek'in de anısına bir Grup Yorum şarkısı: "Medenciden".  Şarkı ilk olarak 1991 yılında Kalan Müzik  tarafından kaset formatında yayınlanan "Dünden Yarına, Türküler Susmaz Halaylar Sürer" kayıt altına alınıyor. Yine grubun 1998 yılında, Kalam Müzik  tarafından yayınlanan "Yürek Çağrısı" albümüne de ekleniyor. Parçayı son olarak, Grup Yorum'un 2000 yılında yine Kalan Müzik tarafından yayınlanan  "Seçmeler, 15. Yıl" albümünde de dinleyebiliyoruz.  





Madenciden

İndim maden ocağına kara elmas diyarına
Yeryüzü sıcak olsun diye dost
Yıllar boyu kazma salladım suskunca bu zindanda
Çocuklarım gülsün diye dost
Oysa bizim evde gülen yok


Yıllar boyu kazma salladım suskunca bu zindanda
Çocuklarım gülsün diye dost
Oysa bizim evde gülen yok


Yürü derler yürü derler açlığa yürü derler
Kara elmas tabut olmuş gerekirse ölün derler
Günü gelir utanmadan ağlaşana gülün derler dost
Yalanlara artık sabrım yok


Yürü derler yürü derler açlığa yürü derler
Kara elmas tabut olmuş gerekirse ölün derler
Günü gelir utanmadan ağlaşana gülün derler dost
Yalanlara artık sabrım yok


Bugün maden ocağına kara elmas diyarına
İnmedik selam olsun sana dost
Ölesiye ışık hasretiyle solmuş bu yüzlere
Grev grev güneş doğmuş dost
Artık kaybedecek bir şey yok


Ölesiye ışık hasretiyle solmuş bu yüzlere
Grev grev güneş doğmuş dost
Artık kaybedecek bir şey yok


Yeraltında ezilenler yeryüzüne seslenirler
Madenler bizim derler gerekirse ölüm derler
Günü geldi grev derler
Günü geldi grev derler dost
Artık kaybedecek bir şey yok


Yeraltında ezilenler yeryüzüne seslenirler
Madenler bizim derler gerekirse ölüm derler
Günü geldi grev derler
Günü geldi grev derler dost
Artık kaybedecek bir şey yok


Yerin derinliklerinden geldiler
Ellerinde susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle
Ne kadar diplere bastırılsa
O kadar boğulmak bilmez yankısıyla yüreklerinin
Ağır ağır geldiler
Sonra her gün geldiler artarak geldiler
Kadınları çocukları ve alkışlarıyla
Yoğurt mayalar gibi geldiler
Pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi
Su gibi ateş gibi
Her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına
Yeni yollarla tanıştı ayakları
Her gün yeni kabuklar çatladı
Yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini
Bir kent oldular sonunda
Ve adını değiştirdiler ülkenin

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Müzikle iyileşiyoruz no. 54


Bazı kitaplar başucunda durur, bir niyet tutar sayfayı aralarsın. Karşına çıkanı hayatına yediririsin. Aynı kızarmış ekmeğe sürülen eriyen tereyağa tereyağ eklemek gibi olur. Sonrasında salça mı yoksa bal mı süreceğine kendin karar verirsin. Oruç Aruoba başucu yazarlarımdandır benim. Bütün bunalımlarımlarımı, bulantılarımı dindirir bazı bazı. Bugün niyet bile tutmadan araladım "De ki İşte"yi. Sonra binbir çeşit yüzleşme çıktı karşıma. "Yaşamında yapılabilecek her şey tükendiğinde ya da hiçbir şey yapamayacak duruma düştüğünde, yazarsın – ancak da o zaman yazabilirsin: Yazabilmen, yapabileceklerinin tükenmesi; senin, hiçbir şey yapamayacak duruma düşmen olacak. Hiçbir şey yapamıyorsan, yazarsın ancak da, o zaman…" Yapacak tonlarca şeyim var(dı) elbette. Yazmak ve onların herbirinin ardına parça paylaşmak sizden çok kendimi sağaltmak için yaptığım bir eylem(di). Çoğu zaman sordum "Bırakmalı mıyım?" diye dış sesler de iç sesler de bırakma dedi. Sahi yapacak bir şeyim yok muydu da yazıyordum. Yapacak başka bir şeyimiz kalmadı mı? 

Konuyu buradan genele evriltmek istiyorum. Fark ettiniz mi son zamanlarda çok güzel bekliyoruz. Sadece bekliyoruz. Belki birilerinin bize "Bitti, tamam, her şey normale dönecek" demesini bekliyoruz. Auschwitz'de bekler gibi bekliyoruz. Hanginiz SS subayı hangimiz esir belli değil ama bekliyoruz. Gezi'de umudun yanında biber gazını bekler gibi bekliyoruz. Önümüze kapsül düşte onu geri atacak takatimiz bile yok oysa. Ağa takılmış balık gibi bekliyoruz. Hayatta kalmak mı kalmamak daha iyi bilmediğimiz hallerimizle bekliyoruz. Kaygılar, anksiyeteler ve beraberinde bize armağan edilen her şeyimizle bekliyoruz. Aslında pandemiden önce de bekliyorduk. Ama neyi beklediğimizi bilmiyorduk. Beklediğimizin bile farkında değildik. "Yaşıyorduk çok şükür der gibi..." İçinizden bazıları uzaylı istilası bazıları da zombi saldırısı bekledi ve hala da bekliyor değil mi? Bunda çekinecek bir şey yok, açıkça söyleyebilirsiniz. 


Bazılarımız ağını atmış takılacak avını bekliyor ki ona koza örüp uzunca bir süre ondan beslenip karnını doyurabilsin. Bazılarımız "kötülüklerin" sona ermesini bekliyor. Bazılarımız sınavların ertelenmesini, bazılarımız gitmek istedikleri o yere varacakları günü bekliyor, bazıları günlerinin dolmasını, bazılarımız ellerindeki işin nihayetlenmesini bekliyor, bazılarımız havanın kararmasını, bazılarımız aydınlanmasını bekliyor. Bu aralar hepimiz bekliyoruz. Geleceğinden emin de olsak gelmeyeceğini adımız gibi bilsek de sadece bekliyoruz. Ama hepimizin beklentisi eskisine nazaran düştü. 

Roland Barthes'ın "Bir Aşk Söyleminden Parçalar" da dediği gibi "Bekleyiş bir büyüdür". Arttırıyorum: Bekleyiş gölgedir.


Terhis mi olacağız tecrit mi bilmiyoruz. Sadece bekliyoruz. Kaderimizi muktedirin iki dudağının arasına bırakmış öylece bizim için kararlar verecek mercilerin lütuflarını bekliyoruz.

Özneye, kendime döneyim, ben de bekliyorum. Benim beklediğim bütün yazı boyunca hiç zikretmediğim bir bekleyiş. Benim bekleyişim 99. günün sonunda bitecek bir bekleyiş. Böyle bir yol seçtim bu defa kendime. Her zamankinden biraz daha farklı. Farklı bekliyorum bu sefer. 

"Bir yüksek görevli, bir yüksek yosmaya tutkunmuş. Kadın, “Yüz gece boyunca bahçemde, penceremin altında bir tabureye oturup beni beklersen, senin olurum.” demiş. Ama doksan dokuzuncu gece, yüksek görevli oturduğu yerden kalkmış, taburesi koltuğunun altına alıp gitmiş".

Böyle de beklemiyorum aslında. Nasıl beklediğimi beklentimin sonuna vardığımda anlayacağım. O zamana kadar kendimce belirleyemediğim ama "akışta olmayı" niyet verdiğim biçimiyle bekleyeceğim. Bezelye ektiğim yerden mısır bitmesine şaşırdığım kadar şaşıracağım bir bekleyiş benimkisi. Hep sevdiğim gibi hayatın sürprizleriyle bekliyorum. Sadece zamanın hediyelerini sunmasını bekliyorum hep yaptığım gibi. O hayatımın en tuhaf güz gecesinde tam da bir şeyi beklerken bana sürpriz yapan otomatik çalma listesinin önüme çıkardığı şarkıdaki gibi bekliyorum. Belki de "Güz"ü... Ama Nazım'ın "Güz"ünü...

Umut bekleyişte mi, bilmem ama umut zamanını muktedirin iki dudağının arasına bırakmamakta biliyorum. Belki de beklemeden hayata dalmakta ya da sadece akışta olmakta. Ancak akan su tazeliğini korur. 

(Şarkı hakkında bilgi veremeyecek kadar bekleyişteyim bugün, her günkünden daha fazla... Neyi mi? Yeniden ova kurbağalarının seslerini, o şarabı yeniden içeceğim günleri, yeniden o en mutlu olduğum yere gidebileceğim günü, yeniden o şarkının beni alıp derinlerime götüreceği anı, yeniden tam da kendim olabileceğim dakikaları ve artık sadece içimde var ettiğim onu?!?)

En beklentisiz yazımın sonu...





Güz
Günler gitgide kısalıyor
Yağmurlar başlamak üzre
Kapım ardına kadar açık bekledi seni
Niye böyle geç kaldın?

Soframda yeşil biber, tuz, ekmek
Testimde sana sakladığım şarabı
İçtim yarıya kadar bir başıma
Seni bekleyerek
Niye böyle geç kaldın?

Fakat işte ballı meyveler
Dallarında olgun, diri duruyor
Koparılmadan düşeceklerdi toprağa
Biraz daha gecikseydin eğer









Müzikle iyileşiyoruz no. 53

Bugünkü yazımda biraz ekonomik davranıp az kelime ve cümle sarf etmeyi düşünüyorum. Eh çünkü her konuda tasarruf etmenin zamanı artık. Pandemi ile birlikte gelen dünya ekonomik krizi -ki aslında ekonomik krizlerin hepsi sanal ve sebebi kesinlikle ekonomik dağılımdaki eşitsizlikten kaynaklanıyor- hepimizi borç batağına sürüklemiş durumda. Üstelik bunlardan bahsetmek, doların kur değerini söylemek bile geçtiğimiz günlerde yasaklanmıştı sanki. 

Bildiğiniz ve hatta yaşadığınız konular hakkında daha fazla yazmama gerek olduğunu düşünmüyorum. Ha gözünüz aydın bu arada ekonominin can damarı AVM'ler açılıyormuş. Eh gidin de accık pis hava alın, iyi gelir. Ara sıra ziyaretime gelen öz annem Lilith Azrail'in AVM'lerin giriş ve çıkışlarında pusu kurmak için ekibini topladığını ve stratejiler belirlediğini anlatmıştı. Ona da Lucifer söylemiş. Eh dedikoduya inanmamak lazım tabi. 


Gelelim günün şarkısına, tatil yerleri yavaş yavaş dolduğuna, turizm mevsimi açıldığına, AVM'ler cıvıl cıvıl olmaya başladığına göre diyebiliriz ki "Ekonomi tıkırında". Günün şarkısı Timur Selçuk'tan "Ekonomi Bilmecesi". Artık parçayı açıp delirir misiniz yoksa kahvenizi elinize alıp köpüğünü höpürdeterek içerken borçlarınızı ödeyememenin müthiş rahatlığını mı hissedersiniz, size kalmış. Şarkıda da dediği gibi "Oyna vatandaş oyna"! 

Şarkı Timur Selçuk'un 1983 tarihli Balet Plakçılık etiketli "Dünden Bugüne" albümünün "A" yüzünün 4. parçası.  

Parça hakkında detaylı bilgiyi, müzik yazarı dostum  Murat Meriç 12 Ağustos 2018 tarihinde Gazete Duvar'da yayınlanan "Memleketten kriz şarkıları: oyna vatandaş oyna!"başlıklı makalesinde veriyor (ben tasarruf ede durayım siz Murat'ın ilgili yazısına göz atmayı ihmal etmeyin):

“Ekonomi Bilmecesi” adını taşıyor. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) 1981-82 sezonunda sahnelediği Hans Fallada imzalı “Küçük Adam N’oldu Sana” başlıklı oyun için bestelenmiş. Oyunu Türkçeye kazandıran Yılmaz Onay, şarkının sözlerini de yazmış. Timur Selçuk yönetiminde İstanbul Oda Orkestrası tarafından seslendirilen “Ekonomi Bilmecesi”, 1983 yılında yayımlanan Timur Selçuk albümü “Dünden Bugüne” aracılığıyla kendini sahneden kurtardı, dinleyici karşısına çıktı ve yaygınlaştı".

Ayrıca, Arşiv Odası'nın bu bölümünde, besteci, yorumcu ve orkestra şefi Timur Selçuk'la 1992'de yapılmış bir söyleşiyi dinleyebilirsiniz. 

Umut "bu işten kimin kazandığı"nın farkında olmakta! 

Ekonomi Bilmecesi

Ekonomi tıkırında 

Kriz var bunalım var 
Ekonomi tıkırında 
İşveren zor durumda 
İsçiyi bağrına basar 
Reva mı bu efendim 
Bunalım bundan doğar 
Demek ki ne yapmalı 
Paradan at bir sıfır 
Artsın öyle fiyatlar 
İsçi fazla at gitsin 
İşsizlik pahalılık 
Konjonktür enflasyon 
Milletçe fedakarlık 
Kriz bunalım derken 
Bilançoya bir baktık: 
Bu yıl iki misli kar 
Hayret su işe bak sen 
Nerden geldi bu karlar 
Kime gitti bu karlar 
Aman kimse sormasın 
Kim kazandı bu işten 
Aman kimse duymasın...



10 Mayıs 2020 Pazar

Müzikle iyileşiyoruz no. 52

Bugün size tazecik bir albümden bahsedeceğim. Galiba her yaptıkları yeni işi yazmayı prensip haline getirdim. Bu yüzden de yazmazsam eğer kendimi de bir tuhaf hissedeceğim. Gerçi "The Light" gözümden kulağımdan her nasılsa kaçmış. Bu sebeple kendimi affetmem uzun sürecek belli ki... 

Daha önce albümleri "Ay Ana" (geçen yazının tekrarı olmasın diye lütfen linke tıklayınız) hakkında da yazdığım ikili Sumru Ağıryürüyen ve Orçun Baştürk'ten oluşan SO Duo'dan bahsediyorum.
SO Duo'nun yeni albümü "Kırksabır" 8 Mayıs 2020 tarihinde, Bilgi Music Label etiketiyle yayınlandı.   

Yalnız bu albüm kritiğine geçmeden önce SO Duo ile ilgili en tuhaf anımı sizinle paylaşmak istiyorum. Geçtiğimiz yaz, Palamutbükü'nde büyükçe bir yangın çıkmıştı. Bir kısım insanlar "gelmeyin" diğerleri "koşun yardıma" diye bağırıyorlardı. Neye inanacağımızı bilemediğimiz bir kısım arkadaş bir arkadaşımızın arabasına bindik ve yangına müdahale edebileceğimiz ekipmanımızı da alıp yangın yerine doğru yola çıktık. Bir anda arabada, (araba sahibinin parçayı bilmesi imkansızdı) "Ay Ana" albümünden "Dağ Yanar" parçası çalmaya başladı. İnanılmazdı. Çünkü gittiğimiz yer de dağ idi. Olayın şokunu atlatana kadar da dağa vardık. Yeni şoklara hazırdım artık... Ha yangın, evet, söndürüldü! Uzunca saatler uğraşlar sonucunda. Sonra içimizdeki dağlar yanmaya başladı o da başka bir yazının konusu olsun. 

Minimalizm yine sanki bu albümün temelini oluşturuyor gibi. Doğaya dönüş, değişimi kabulleniş ve arkaik bir dolu öge albümün temelini oluşturmuş. Aynı biçimde Sumru'nun vokali de bu teoriyi doğrular nitelikte. Elektro-akustik müziğin temsili bir albüm olarak da yine karşımızda duruyor. Vokallerde kullanılan efektler, minimal altyapıları tamamlıyor. Öte taraftan bu albümde de yine Orçun'u Gürcistan halk çalgısı panduri çalarken duyuyoruz (herhalde bu çalgıyı Türkiye'de bağlamı dışında kullanan ve bunu da layığıyla yerine getiren tek isim Orçun). Albümün tamamında rahatsız edici bir huzur var. Yani albümü dinlemeye başladıktan sonra gözlerinizi kapattığınızda kabus da görebilirsiniz, huşu içinde harika bir rüya da... 

Parçalardan bahsedeyim biraz, albümün ilk parçası "Arka Bahçe" efektli, pandurili, az sözlü, yer yer polifonik bir parça... Baharı bekleyen kış günleri tınısına geçmiş bir parça. Uykuyla uyanıklık arasında geçişken...

İkinci parçanın sözleri 16. yüzyıl şairi "Fuzuli"nin gazelinin 1. ve 8. beyitlerinden alınmış. Bu parçada elektronik tınıları daha çok duyuyoruz, elbette Sumru'nun vokaliyle birlikte. 


Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Derd çok hem-derd yok düşmen kavî tâli’ zebûn
Şâhid-i maksad nevâ-yi çeng tek perde-nişîn
Sâgar-i işret habâb-i sâf-i sahbâ tek nigûn


Dost ilgisiz, felek merhametsiz, dünya sükûnetsiz
Dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talih zayıf
Maksadımın şahidi çengin nağmesi gibi perde arkasında
İçki kadehi, şarabın saf kabarcığı gibi ters


Üçüncü parça "Bir Büyük Sükûn" 20. yüzyıl şairi Paul Valéry'nin "Nergis Konuşuyor"undan alınmış. Elektronikler ve yine minimal tınılar ile Sumru'nun efektli vokali parçayı oluşurmuş.

Dördüncü parça ne yalan söyleyeyim ki bu karamsar günlerde hem sözü hem de tınısıyla  içimi aydınlatan albümdeki favori parçam oldu. Diğerlerinden bir parça ayrışıyor olması belki de bende bu etkiyi yarattı. Ya da belki de "Karanlık koyulaştıkça ışığa döndüğümüz" kesin olduğu içindir. Ritmik yapısı da armonik yapısı da değişimi, karanlıktan ışığa dönüşümüzü yerli yerinde anlatıyor.  


Albüm kapak tasarımı da kayıtlar da Orçun Baştürk'e ait. Ev stüdyosunda kaydedilen albümin mastering'ini ise Cem Ömeroğlu yapmış. Eh bize de dinlemek düşüyor.  

Umut, "karanlık koyulaştıkça ışığa dönmekte"!



  

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Müzikle iyileşiyoruz no. 51

"Annelik kutsal bir mertebe değildir" konulu Anneler Günü özel yazıma hoş geldiniz. 
Kapitalizmin günden güne çöküşe geçmesine en çok sevinenlerden biri de benim. Toplumun üzerime yük ettiği benim ise kendi meşrebimce yapabildiğim anneliği sadece ve sadece çocuk kendine yetebilene kadar ona yardımcı olmaya çalışan bir asistanlık görevi olarak görüyorum. 



Yazıyı yazmadan önce pek çok makaleye göz attım. Yalnız anne olmayı göze alamayan, toplum baskısına yenik düşen kadınların hikayelerinden anne olunca konunun derinliklerine inerek kendilerinden vazgeçen annelerin hikayelerine bir dolu annelik macerası okudum. Herbirinde ise kadınlığın harabeye dönmüş bir evden başka bir şey olmadığının altı çizilmişti. Başka bir yolu olmalı, oldurulmalı.  

Çocuk dünyaya gelirken yanına ne yazık ki kullanma kılavuzunu vermiyorlar. Yani neyle karşılaşacağınız konusunda bir fikriniz olmuyor. Zira içinizde büyümeye ve fetusluktan çıktığı andan itibaren aslında o bir birey. Çocuğumu (cinsel bir kimlik atfetmek istemediğim için çocuğum diyorum) ilk kucağıma aldığımda ona ve kendime söylediğim ilk cümle "Sen benden farklısın, ne ben sana ne de sen bana asla bağımlı olmamalıyız" oldu. Böylelikle onun farklı bir birey olduğunu kendime, ona ve bizi duyan etrafımızdaki herkese deklare etmiş oldum. Çünkü ben bunun yarasını nenelerimden miras almış, onlardan bağımsız bir birey olduğumu ispatlamak için erkenden özgürleşme yolunu seçmiş ve pek de kolay olmayan bir yolda yürümeyi kabul etmiştim (annem de benim gibi... Belki de bu kolektif kader hikayesini ilk kıran o olmuştur. Şükranlarımla...) Aslında değişimde olan olguların daha da hızlı değişmesini isteme hakkına sahiptim. Yaşam biçimi olarak da bunu seçtim. 
Toplumsal normların dışında önce hamile kalmış, sonra evlenmiştim. Üstelik kendi sosyal ortamım içinde evlilik fikrine en uzak kadın bendim. Çocuğun babasına gidebileceğini, yalnız anne olma fikrine hazır olduğumu söylemiştim. Ama o benimle birlikte bu deneyimi yaşamak istediği belki de beni sevdiği için "yoldaş"lık fikriyle ilişkimizi belediye memurları ve gereksiz bir dolu tanık önünde meşrulaştırdık. Geriye kalan hikaye başka bir yazının konusu. 

Hiçbir kadının bir bebeği büyütmek için erkeğe ihtiyacı olmadığını düşünenlerdenim. Hatta zaman zaman erkek çocuktan daha çocuk olarak ayak bağı bile olabiliyor. Tabii ki istisnalar dışında. Öte taraftan, "Babanın göstereceği tüm yanlış tavırların mazeretini toplum zaten baştan hazırlıyor. Ailesinin karnını doyuran, güvenliğini sağlayan erkekten beklenen ebeveynlik performansı zaten minimumda". Ben bu konuda şanslı annelerdendim. İlk bebekliğinden itibaren çocuğumuzla yakından ilgilenen bir erkekle evliydim. Ama "sonsuza kadar mutlu yaşadılar" sadece bize anlatılan ve korku dolu masallara ait bir replikten ibaretmiş.

İnsan evladı dünyadaki pek çok canlıdan çok daha aciz. Ayaklarının üzerine kalkması, kendi kendine beslenmesi için bile yılların geçmesi gerekiyor. Yalnız bu süreç sadece kadının yükümlülüğü olarak görüldüğünde sıkıntıları ardı ardına getiriyor. Çocuğun bağımsızlaşmasının da önüne geçiyor. Benim derdim biraz bu kısımla. Çoğu anne olan arkadaşım tarafından zaman zaman yadsındım yadırgandım. Ama hiçbir zaman çocuğumla olan ilişkim konusunda suçluluk duymadığımı şu anda bu satırları yazarken fark ediyorum. Çünkü anneliğin aslında bitmek bilmeyen bir vicdan azabı olduğunu herkes bilir. Sürekli "Ben nerede yanlış yaptım?" diye sorgulatır insana annelik. Dünyanın en iyi annesi diye bir şey bile yok. Geçmişten getirdiğimiz kodlar, o kodlarla mücadele evreleri bir yanan bir de annelik asla yan yana gelmeyeceğin insanlarla seni yan yana getiren bu anlamıyla da oldukça öğretici olan bir kimlik. Ancak kimlikten öte ne bir mertebe ne de apolet annelik. Ancak şunu söyleyebilirim ki annelik bitmek bilmeyen inanılmaz bir öğrenme süreci. Sürekli kendini tazelemek, toleransını yüksek tutmak gerekliliği duyduğun ama aynı zamanda da sınırlarını herkesten daha iyi çizmek zorunda olduğun bir süreç.


Her Anneler Günü'nde aklıma Cumartesi Anneleri geliyor. Çocuğunun ölüsünü bile görmeye razı olan anneler. Sonra savaşta hayatını kaybeden çocukların anneleri. Bu savaş illa ki silahla yapılandan olmak zorunda bile değil üstelik. Bir mücadele sonucu kaybedilen hayatlardan ve yaşamak zorunda olan annelerden bahsediyorum. Burada da herhangi bir annelik durumunu kutsallaştırdığım var sayılmasın zira. Bir de her Anneler Günü'nde aklıma "Vatan sağolmasın!" diyen anneler geliyor. Yaşatacağız diye çocukların ölümüne sebep olan sisteminiz batsın diyorum her defasında. İstismara uğrayan çocukların annelerini düşünüyorum sonra. Çocuğunu korumak için şiddete maruz kalmayı göze almış olan anneler. Çocuk işçilerin, mülteci çocukların annelerini. İnanın bana bütün anneler çocukları için ölümü göze alır. 

Bu son derece içgüdüseldir. Ancak yumurtaları olan bir yılan saldırgan olur. Ancak yavruları olan bir domuz veya ayı saldırgandır. Annelik yüksek bir mertebe değil, doğanın neslini devam ettirmek üzere görevlendirdiği sıradan bir kimliktir. 

Anneliğin tanımı herhalde ki pandemiden sonra başka türlü tanımlanmaya başlamıştır. Eşleri ve çocuklarıyla aynı evde yaşamak zorunda olan kadının omuzlarındaki yük ister istemez daha da arttı. Kadın hiçbir şey yapmıyor olsa bile gün içindeki organizasyon şemasını çizme zorunluluğu bile kadını oldukça yoran bir iş. Sanırım bunu önceki yazılarımdan birinde gündeme getirmiştim. Bu süreçte yapılabilecek en iyi şey "amaaaan" deyip bir günlüğüne de olsa ev işlerini olası bir Marslı saldırısı için bekletmek yapılabilecek en akıllıca hareket olabilir. Hepimiz istirahatteyiz, evin işleri bir gün yapılmasa bir şey olmaz diyor anneleri rahatlığa davet ediyorum. Hayatının bir gününü tabletle geçirsin ne olacak ki? Kendi sıkılıp zaten bir yerden sonra bırakacaktır. 

"Anneliğin ne olduğunu, nasıl yapılacağını tanımlamak kimseye düşmez. Annelik birçok şeydir. Evet, fedakârlıktır, evet, sevgidir, evet, emektir. Aynı zamanda zordur, eğlencelidir, yorucudur, merak uyandırıcıdır, öğreticidir. Çok kişisel bir süreçtir annelik... Tekdüze değildir. Her kadının yaşam tarzına, hayat görüşüne, koşullarına göre değişebilen, doğrusu ve yanlışı ancak kişinin kendi içinde tanımlanabilen bir yoldur. Annelik aynı zamanda birçok şey değildir. Saçını süpürge etmek, kendinden vazgeçmek değildir mesela... En önemlisi de kutsal değildir. Dışarıdan birilerinin nasıl ve ne şekilde yapılacağını dikte edeceği bir görev değildir annelik. Bir kariyer hiç değildir. Bırakın da anneliğin ne olduğuna, nasıl bir anne olacağına ve hatta anne olup olmayacağına her kadın kendi karar versin."

Dediğim gibi benim için önemli olan şey onun iyi bir birey hatta birey olmasını sağlamak için sadece ve sadece hayatını asist etmektir elimden gelen. Daha fazlasını yapmak hem beni hem de oğlumu son derece mutsuz edecektir. Bu sebeple mutfağa girme cesareti gösterebilen bir oğlum olduğunu düşünüyorum. Anneliğimi sorgulamak kimseye düşmez.


"Olursa çocuk yaparım olsun, istemezsem soyları kurusun" şiarını hep birlikte söyleyebileceğimiz günlerin özlemiyle.

Umut anneliğini sorgulatmayan kadınlarda!




8 Mayıs 2020 Cuma

Müzikle iyileşiyoruz no. 50

2009 yılında bir dergi projesinin içine sinsice dahil olmuştum. İsmi "Draje Dergi"ydi (dergi blog olarak online devam ediyor) Dergide en sevdiğim ve okumaktan en çok keyif aldığım aldığım bölüm bir önceki sayıya ait yazılardan derlenmiş kelime öbeklerinin en arka sayfada "Çıkan Sayının Özeti" olarak yayınlanmasıydı. 

50. yazı için ben de böyle bir format düşündüm. 50. yazının olayı bu, çıkan yazıların özeti. Çünkü yazdıklarım ve hatta yazmadıklarım hala kafamda dönmeye devam ediyor. Tıpkı yaşadıklarımın tortusu, yaşamadıklarımın kaygısı ve heyecanının içimde durduğu gibi. 



Hem Draje Dergi'de bu fikri ortaya atan ve yaratan yazara, hem de dergide yer alan herkese teşekkürlerimle...


Çok git geller yaşadım kendi içimde. Yılmadan devam mı etmeliydim, yoksa artık bir yerde bırakmalı mıydım? Ben her bu soruyu soruşumda, bir anlamlı mesaj, blog yazılarımın altına bırakılmış bir yorum hatta bazen de bir telefon, yazılarımın sık sık gündeme getirildiği Zoom toplantıları beni hep toparladı. Çok teşekkür ederim. Evet, sevdiğim şeyi yapıyor ve yazıyorum. Tutkularımın peşinden gidiyorum ve gitmeye de devam edeceğim. Bana inandığınız, güvendiğiniz için çok teşekkür ederim. "Show Must Go On"!

Özeti yapmadan önce yine aynı mantıkla parçalarının çoğunu YouTube üzerinden seçtiğim için bir YouTube çalma listesi bulacaksınız. O da bugüne kadar konu ettiğim(iz) ya da atıfta bulunduğum(uz) parçalardan oluşuyor. Benzer bir listeyi eksikli olarak (çünkü bütün kayıtlar yok) yakında Spotify'da da bulacaksınız. İyi okumalar, dinlemeler). 

Çıkan 50 yazının özeti

Zor zamanlar yaratıcılığın da arttığı zamanlar olmuştur hep ki gördüğümüz kadarıyla başta müzisyenler olmak üzere pek çok sanatçı ürünlerini daha şimdiden ortaya koymaya başladı bile. Sosyal medyadan sızıp gelen haberlerin tutarsızlığı karşısında kafamız yeterince karıştı. Çünkü her ne kadar bağışıklık sistemimize bağlı olarak değişiklik gösterse de aslında hepimiz Covid-19 karşısında hiçbir yerde ve halde olmadığımız kadar eşitiz. Eğer bulut yoksa gökyüzüne bakmak derin mavi ya da griliği izlemek ve hatta öyle boşluğa bakmak bile iyi gelecektir. 


Gökyüzüne selam çakmaya ve umudu yeşertene kadar da bakmaya devam ediyoruz. Konumuz değişim. Evde üretime geçmenin zamanı çoktan geldi bile.Evde durduğumuz bu günlerde, tutkuyla yaptığımız şeyleri yeniden hatırlayabiliriz belki. Kahvenizi almış, konforlu koltuğunuza oturmuş, haberlere şöyle bir göz atmış, evde çok ama çok sıkılmış, birkaç arkadaşınızla telefonda konuşmuş, çiçeklerinize su vermiş, bilgisayarınızı açıp “bugün hangi diziye başlasam”, kitaplığınızın önünde durmuş “yarım bıraktığım hangi kitaba devam etsem” diye düşünüyorsunuz. 

Diğer tarafta tutuklular var, gördünüz mü duydunuz mu? Evlerinde değiller, olamıyorlar… Koğuş sistemiyle kalan tutuklulardan biri enfekte olursa ne olacağını tahmin edebiliyor musunuz? Şimdilik hem etraftan gelen hem de kafamızda yankılanan sorulara bu cevabı veremesek de yakında her şeye o kadar alışacağız ki “Normal” diyeceğiz. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak bunu net bir şekilde anladık. 

O zamana kadar ertelediğimiz ne varsa yapmaya devam ediyoruz. “Hey Corç versene borç” diyebilirdim. Konuyu siz zaten biliyorsunuz. Bunun için bir kez daha irdelemeyeceğim ama yine Hakan Peker’den “Ateşini yolla bana” şarkısını “İban'ını yolla bana" diye revize etmeden duramayacağım. Birdenbire hayat değişim için kozasına çekilmiş. Gerçekten de türlü türlü müzik var. 

Ağlatanı var, güldüreni var, acıktıranı var. Uyutan veya dans ettiren türlerine de rastlamış olduğunuzu tahmin ediyorum “O nasıl bas, o nasıl yaylılar öyle?” diyor insan. İçim kıpır kıpır oluyor. Başta da söylediğim gibi on küsür yıldır beklediğimize değmiş.Bir müziği de sahtesinden ayıran bir özellik olarak ele alalım. Basitleştirerek... Dokunmayı seven bir toplum olarak birbirimize sarılamamamız, dokunamamanız ise anksiyetelerimizi arttırıyor. Birbirimizi özledik. Birlikte çalıp söylemeyi, içmeyi, dans etmeyi…Sarılmayı, en çok da sarılmayı özledik.

Maskelerimizi yakacağımız, bir daha takmak zorunda kalmayacağımız, sağlıklı günlere az kaldı. Kiralarımızı ve faturalarımızı nasıl ödeyeceğimizi bilmediğimiz bir dönemde dayanışma ağını büyütme ve hayata birlikte tutunma gerekliliği duyan herkese bin şükür. Karantina günlerinde telefonlarımıza daha fala sarıldık, internet ortamlarında daha fazla turlar olduk. İşi gücü dışarıda olan ve bu süreçte işsiz kalıp elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen, kitapla, filmle, müzikle kısacası sanat ve bilimle ilgili üretim ve tüketim konusunda kendisini eğlenmeyi pek de beceremeyen arkadaşlarımız başkalarının hayatları ya da Korona'nın serbest salınımı üzerinden kendi varoluşlarını dozunu arttırarak devam ediyorlar.Sözüm senden içeri benden dışarı. Bu yüzden de sakinlik diliyorum herkese…Kasmayın kaliteli zaman, etkinlik falan diye… 

Çok sayıda etkinlik anksiyete de yapabilir. Boş zaman da iyidir üstelik. Hepimizin yoğun stres atmaya ihtiyaç duyduğu son zamanlarda dün geceki iki saat içinde stresimizi her türlü attık. Ağlanacak halimize gülerken elbette ki kafalarımızda hunilerimiz vardı. 

Neyse...

Sahilde bazen üstümden silkeleyip attığım kum zerrecikleriyle de milyonlarca kilometre uzaktaki yıldızlarla da bağımın olduğunu hissediyorum. Geçmişimizle ve gerçeklerle yüzleşeceğiz ki iyileşelim.Dünya yıkılmadan yeniden nasıl kurulur ki? Cenazemde çalsın istediğim parçalara istediğim parçalar gençliğim boyunca bin kez değişti.Yarım yüzyıl boyunca pek çok filozof tanıdım. Antik Yunan Filozoflarından ya da Frakfurt Okulu’ndan öte, mucizevi bir şekilde dokunabildiğim filozoflardan bahsediyorum. 

Her nerede, hangi koşulda, ne olursa olsun bugün bedenimizin sesine kulak verelim. Ona bugüne kadar nasıl davrandığımızı küçükçük de olsa sorgulayalım. Henüz en iyi dostumuzu aynalar yapmadıysak bugünden tezi yok yapmamızda fayda var. İzolasyonlar, sokağa çıkma yasakları, kapanan işletmeler, okula gitmeyi bırak sokağa dahi çıkamayan çocuklar… Neler oluyordu? Pandemiyle yaşamaya, karantinada kalmaya, yeni hayatımıza başlayalı ise bir ayı biraz geçti. Anlaşılan o ki Covid-19 bizimle ciddi düşünüyor. Baksanıza okula gitmemize, işimize gücümüze bakmamıza izin vermiyor ve "kır kıçını otur" evinde diyor. Covid-19'un kapatması olduk hepimiz.

Sadece türkü söylemek istiyorum. Konser yasakları kaldırılsın, cezaevlerindeki üyelerimiz tahliye edilsin. Bir an önce taleplerimiz karşılansın. Herkesin elinden geldiğince mücadelemize destek vermesini istiyorum”Günün şarkısı, insan denen en korkunç virüsün önce kendi türüne sonra da yaşam alanındaki bütün her şeye karşı kendine çeki düzen vermesi ihtiyacı üzerinden geliyor. 

Özetle her yanımız cover olmuştu. Bu nedenle karantina bayağı iyi oldu. Önce şu toprağı "somun gibi kabartalım" gerisi kolay. Kendi emellerimizi çocukların üzerinde gerçekleştirmeye başlamaktan ne zaman vazgeçecektik?Belli ki bu süreçten sonra artık ikili ilişkilerimiz de aynı olmayacak. Çözüm olarak kimseye dişini sıkmasını söyleyemem, söylenmez de zaten. Ama ev içindeki şiddeti azaltmazsak filler tepişirken olan çimenlere olacaktır. 

Yani mesela o sponsorluk veren şirketler, topyekün bütün parayı popüler isimlere harcayacaklarına (kaşeleri biliyoruz efendim biz de dış kapının mandalı değiliz), ana akım olmayan ama yaptığı müziğe müthiş emek veren onlarca grubun bir dolu masrafını karşılamak için kullanabilir. Mesela popüler isimler de bunun başını çekebilir ve yönlendirmeler yapabilir.Kendimi masmavi gökyüzünden, kuş seslerinden, komşu selamlarından da mahrum bırakmıştım. Nedeni açıktı. 

Garip hasetlik halleri, yıllardır tekrar ettiğim cümlelerin anlaşılmamasına olan kızgınlığım.Diyeceksiniz ki "Müzik unutulur mu?" Ancak şöyle unutulur, başka şeyler dinlerken...Yıllarca emek verip ördüklerimin bir yerden sökülmeye başlayıp devamının gelmesini oturduğum yerden sadece izleyebiliyorum. 

Karantina döneminde yalnız kaldıkça çoğaldım, çoğaldıkça içime döndüm, içime döndükçe dışarı taştım, hatta o taşkında boğulacak gibi bile oldum ama bir el hep uzanıp çekti ve aklımı meşgul edecek bir dolu hadiseyle, oyunla, kartla geldi bana.30'uma geldiğim günlerde sigara içmiyordum, Gezi'ye kadar da içmedim. Şarkıda "Ay 30'uma geldim sigaram ağzımda hala" diyordu, bana uymuyordu ama uyan herbir sözüne progressive tınılarına bayılıyordum.

Anladığım kadarıyla, duvara boş boş bakma saatinizi takip eden kek yapma etkinliğiniz ve hemen ardından gelen eşi, dostu stalklama üstüne komik video izleme işlerinizin hepsi bitti ve siz de sonunda blogu'ma düştünüz.

Ama ey insanlık, kabul edelim ki bir virüs hepimizden daha devrimci çıktı! Yeniliyor hayatlarımızı birer birer ve ona alışmamızı dikte ediyor (her devrim halk devrimi olacak diye bir şey yok!). Bakalım, önümüzdeki süreçte bizi neler bekliyor?Diğer yandan düşünüyorum "Bugün internet kesilse ne olacak?" diye... 

Canlı yayından beslenenler var. İnternet konserleri, filmler, online okunabilecek kitaplar. Dijital olanla doğalın arasına sıkışıp kalmışız gibi hissediyorum. Okyanusun altından geçen kablolardan birinde bir kopukluk olsa halimiz duman. O günler, geriye kalan bütün hayatımızda derin izler bıraktı ki bunu da bugünden bakıp görmek mümkün. Örneğin hepimiz interdisipliner/disiplinlerarası anlayışın ne olduğunu bilmezken burada pratik etmiş olduk.

Günlerdir göremediğimiz arkadaşlarımıza "Yaklaşmaaa!" nağmeleri eşliğinde ayaküstü sohbet etme günü. Kendini unut, maskeni, dezenfektanını unutma günü. "Aman evladım çok sosyalleşme gözünü seveyim günü". Çocukları, yaşalıları bir yerden başka bir yere transfer etme günü. Oysa daha bilmediğimiz pek çok ritüel daha var. Bunlardan bir diğeri iki ayrı yerde ekmek mayalamak ve birine niyet tutmak. Müzik türü her ne olursa olsun bu kural değişmez. Tıpkı popüler müzikte olduğu gibi.Ancak bu yazı hiçbir şekilde virallik içermiyor bunu da belirteyim. 

Ay resmen orgazm! 

"Sabır ve dua ile..." 

"Show Must Go On!"

Fotoğrafa tıklarsanız çıkan sayının özetini dinleyebilirsiniz de...




Günün parçası elbette ki Queen'den geliyor. Filmi var zaten çoğunuz izlediniz. O bir efsane olduğu için de hakkında bir dolu argümana sahipsiniz. Ama adettendir ben yine parça hakkında azıcık bilgi vereyim. "Show Must Go on", Freddie Mercury ile yayınlanan son Queen albümü olan ve 1990 yılında Parlophone tarafından basılan "Innuendo"nun son parçası. Parça  Brain May tarafından yazılır. May parçanın temel taşının müzik piyasayı içinde konuşulması zor olan ögelerden oluştuğunu söyler. Parça bildiğimiz kadarıyla Mercury tarafından hiçbir zaman canlı söylenemez. Çünkü Freddy Mercury o sırada hastalığı yani HIV ile mücadele içindedir. Bu da parçayı ironik bir biçimde çok daha anlamlı kılar.  Ancak parçanın prömiyeri 1997 yılında Paris'te Queen ve Elton John tarafından yapılır.  Parça B minör (si minör) başlar ve bir yerde modülasyon yaparak C# minöre (do diyez minör) geçer. Bu geçiş de tutkunun daha da şiddetlenmesini hissettirir. 

Umut ne olursa olsun şova devam etmekte!


Show Must Go On
Empty spaces - what are we living for?
Abandoned places - I guess we know the score.
On and on!
Does anybody know what we are looking for?
Another hero - another mindless crime.
Behind the curtain, in the pantomime.
Hold the line!
Does anybody want to take it anymore?
The Show must go on!
The Show must go on! Yeah!
Inside my heart is breaking,
My make-up may be flaking,
But my smile, still, stays on!
Whatever happens, I'll leave it all to chance.
Another heartache - another failed romance.
On and on...
Does anybody know what we are living for?
I guess i'm learning
I must be warmer now.
I'll soon be turning, round the corner now.
Outside the dawn is breaking,
But inside in the dark I'm aching to be free!
The Show must go on!
The Show must go on! Yeah, yeah!
Ooh! Inside my heart is breaking!
My make-up may be flaking...
But my smile, still, stays on!
Yeah! oh oh oh
My soul is painted like the wings of butterflies,
Fairy tales of yesterday, will grow but never die,
I can fly, my friends!
The Show must go on! Yeah!
The Show must go on!
I'll face it with a grin!
I'm never giving in!
On with the show!
I'll top the bill!
I'll overkill!
I have to find the will to carry on!
On with the,
On with the show!
The Show must go on.




6 Mayıs 2020 Çarşamba

Müzikle iyileşiyoruz no. 49

Yazıyı okumaya başlamadan önce içindeki bazı verilerin kafa yakabileceğini, buna göre gereken önlemleri almanız, maskeyi önce kendinize ve hep kendinize takmanız gerektiği uyarısını yapayım. 

Ancak bu yazı hiçbir şekilde virallik  içermiyor bunu da belirteyim. 

Bugün iyileşiyor muyum yoksa akıl sağlımı mı yitiriyorum bilemediğim bir durumla karşı karşıya kaldım. Hem de tam site site, uygulama uygulama dolaşıp "Kim izliyor bu viralleri?" sorusunu sormuşken çıktı önüme en büyük sorunsal. Aslında yayınlamayacağım ama alıntılar yapacağım bir yazıyı dizmeye başlamıştım. Yazı oldukça da öfkeliydi. Öfkesinden ben bile korktum. Sonra tam seçtiğim parçayı yerleştirmek üzereyken, "Du bakiim şunu bi teyit edeyim" dedim ve on yıllardır bildiğim bir yanlışı düzeltme fırsatım oldu. Tabii ki beynimden vurulmuşa dönerek. Çünkü parça arşivimde hem wav hem de MP3 haliyle Frank Zappa imzalı olarak duruyordu. Üstelik parça Youtube'da son derece viral bir biçimde Frank Zappa ve Steve Vai'in ortak çalışmaları  olarak farklı kanallardan yüklenmişti. Yani albüm tarihi ile Zappa'nın ölüm tarihi karşılaştırılmasa "Ha, tamam beraber yapmışlar işte..." denilip geçilebilecek bir hadise. Bu  hikayenin nasıl viral bir hale gelmiş olmasını cepte tutalım çünkü yazının ilerleyen satırlarında yeni tip virüs hakkında Türkiye cephesiyle ilgili bir şeyler okuma ihtimaliniz yüksek.   

Gelelim Discogs'a. Tam "Ey verilerine güvendiğiminin Discogs'u" diyecektim ki aslında hatanın da onların olmadığını fark ettim. Hata kimde, ortada bir hata var mı, bunları karantinada kalma süremiz uzadığı için mi soruyorum bilmiyorum ama bildiğim tek şey 2 CD şeklinde 2001 yılında, (anladığım kadarıyla da toplama albümler basan bir label olan) The Swingin' Pig tarafından yayınlanan ve sözüm ona Zappa parçalarından oluşan "The Sheik’s Rehearsals"ın piyasaya sürülmesiyle çarşı pazar karışıyor. Label büyük bir hataya imza atarken bunu sorgulayıp sorgulamadığından emin olmadığım siteler de parçayı Zappa ve Steve Vai üzerine kaydediyor. Kimse de kalkıp "Kardeşim burada büyük bir hata var!" demiyor. Parça 2. diskin 9. parçası olarak yerini alıyor. 


Tabii ki Steve Vai ile Zappa'nın uzun yıllar birlikte çalışmış olması "Acaba bunu kaydettiler, kenara koydular ve sonra da Vai bunu 1998 yılında yayınlanan ve kayıtların 1982-1998 yılları arasında yapıldığını not düştüğü Epic tarafından basılan "Flex-Able" albümünün ilk parçası olarak yayınlıyor mu?" sorusunu gündeme getiriyor. 
Yalnız albümdeki icracıların içinde Zappa'yı göremiyoruz. Eğer Zappa ile birlikte yazmış ve çalmış olsaydı herhalde bunu not ederdi diye düşünüyorum. 1998 yayın tarihli albümdeki bu parça için Discogs'ta davul dışında her şeyin Steve Vai tarafından çalınmış olduğu yazılı. Davulu ise Robin Dimaggio çalıyor. Ancak bu albümün Discogs'ta 43 ayrı versiyonu görünüyor ve bunlardan yalnızca birinde "Fuck Yourself" var. 1984 yılında ilki basılan albümde ve diğerlerinde parçayı göremiyoruz. Haklısınız buralarda benim de kafam biraz yandı ve hatta yazıyı burada bıraksam mı acaba diye bile düşündüm. Düşünmekle kalmadım bırakıyorum. Belki bilir kişilere danışır başka bir yazıda konuya geri dönerim. 

Bu arada parça buram buram Zappa kokuyor. Şarkı söyleme tavrı ve stilinden efektli yapısına, sözlerinin sertliğine kadar Zappa şarkılarından neredeyse hiç ayırt edilemez. Eğer bu parçada Zappa parmağı yoksa o zaman hayaletinin katkısı kesin var.  

Müzikle iyileşiyoruz no. 49.5

Şimdi bu kadar kafa yakan ve aslında kesin yargıya varmak da istemeyen kelime öbeklerinin üzerine dün gece izlediğim canlı yayınların birinin nasıl viral bir reklama dönüştüğü konusunu yazmak istiyorum. "Mücbir Sebepler" başlığıyla  Bartu Küçükçağlayan ile Melikşah Altuntaş'ın yaptıkları canlı yayınlardan birine bir arkadaşım sayesinde maruz kaldım. Bir gece önce de aynı arkadaşım sayesinde... Neyse... Program içinde sık sık Serdar Ortaç'tan bahsediliyor Bartu'nun canlı yayınına katılması için Ortaç'ı ikna etme amaçlı çekilen videolar, görüşmeler gösteriliyordu. Her ikisi de işlerinde gayet başarılı olan ve Kadıköy çevrelerinden bildiğim Bartu ve Melikşah'ın neden böyle bir canlı yayını yapmakta olduklarını anlamakta güçlük çektiğimi söyleyebilirim. Bu arada tanıdığım bildiğim bizim kuşaktan pek çok oyuncu, müzisyen arkadaşım hatta Kadıköy Belediyesi?!? Neden yahu?), canlı yayına katılıp ara sıra yorum bile yazıyordu. Velhasıl kelam dün geceki programda Bartu muradına erdi ve Serdar Ortaç'la canlı yayın yaparak izleyici sayısını kendilerinin deyimiyle "2 Fenerbahçe stadı tribünlerini dolduracak insan sayısına ulaştırdı". Sonra da Serdar Ortaç'ı yayından attı. 

Birinci sorum şu "Neden Melikşah'ın hesabından değil de Bartu'nun hesabından canlı yayın yapılıyor?" İkinci sorum ise "Neden oturup bunu izliyor ve viral bir reklama dönüşen bu canlı yayını izliyoruz?" İkisinin de cevabını çok iyi biliyorum elbette. İkinci sorunun cevabına ek yapmam gerekirse yayının son 15 dakikasında müthiş bir tatmin olma olayı izledim. 

Ay resmen orgazm! 

Çünkü viral reklamını yaptıkları araba kiralama şirketi tarafından kendilerine tahsis edilen arabanın önü kesiliyor, onların geçeceklerini bildikleri sokaklarda oturanlar lambalarını açıp kapayarak kendilerince selamlıyorlardı. Yolunuz açık olsun, selametle diyorum ben de... ve işime bakmaya devam ediyorum. Bakalım bu gözler daha neler görecek, neler duyacak?  "İşine bak Özge girme bu toplara, çıkma kafa topuna" diye öğütlüyorum bir kez daha kendime. Zira gün sonunda Sarp Apak değil sen atlatamayacaksın diye korkuyorum. 

"Sabır ve dua ile..." 

Dünkü yazıda da büyük katkıları olan dostum Özen B. Demir'in bu yazıya da katkısı büyük oldu. O katkılardan biri de Covid-19 virüsünün etkilerinin sadece vücudumuzda görülmeyeceği, bu virüsün en küçük toplumsal hücrelerimize kadar gireceğini vurguladığı ama benim şimdi toparlamakta güçlük çektiğim şahane bir cümleyle oldu. O zaman 49.5'uncu yazımın sonuna onun Birikim Dergisi'nin 373. sayısında yayınlanan  (Mayıs 2020) "COVID-19: Öznellik, olumsallık ve tıbbın metafiziği" başlıklı yazısından  bir alıntı ile son vereyim. "Gerçekten de bu, alelâde bir “metafor”un ötesine taşabilir: Çağdaş kapitalist teknoloji kültüründe anomalilerin önemli tezahürlerinden biri, dijital, biyolojik veya dilbilimsel formlarda karşımıza çıkabilen “virüs” olmuştur. Bu, ağ kültürünün veya kapitalist aksiyomatiğin iletişim, kendini yeniden-üretme, aktarma, yerinden etme, yersiz-yurtsuzlaştırma (deterritorialization) hareketi gibi önemli eğilimlerini ifade eden şematik bir figür olarak görülebilir. Virüs kendisini güçlü, caydırıcı ve yetkin bir “asker” olarak dayattıysa da, onun göstergesel mantığı bir dilin metaforik oyunlarına indirgenemez. Bunun yerine “viral”, çağdaş kapitalist kültürün karmaşık ontolojisini soruşturmak için kullanılabilecek bir bulaşma ve tekrarlama mantığı olarak yahut da belirli bir eylem tarzı olarak da okunabilir. Bu mantığın hem “meta”ların (ticarî ürünler ve tüketici nesneleri gibi), hem de “kötü”lerin (bilgisayar virüsleri, teröristler veya kuş gribi gibi) dağılımının analizi adına geçerli bir entelektüel yöntem olarak tatbik edilebileceği söylenebilir".


Bugünün iyileştiren müziği no. 49 ve onun küçük kardeşi 49.5 için Steve Vai'den... "FUCK YOURSELF" (ay pardon azıcık sesimi yükselttim).

Umut hayatın her alanına sinmiş virüsle mücadelede!

Fuck Yourself

Fuck yourself with a rubber hose 
Stick it in your mouth and down your throat 
Up your nose and in your heinie hole I don't care where it goes 
And it don't matter if you're straight or gay 
You should fuck yourself anyway 
Now, you don't have to listen to a word I say 
But I know you, you'll be humpin' away 
Fuck yourself with your neighbor's nose 
If you can't use that, use a 10-foot pole 
Stick it up your ass and go for a stroll 
Everyone will know you've been to this show 
If you can't take, eat my stool 
Masturbate with some crazy glue I don't care what you do 
Fuck yourself with a garden tool 
Fuck yourself with politics 
Ahh they're full of fuckin' fuckin' shit 
I mean you know we've been lied to ever since we were born It's amazing that we've been getting fucked that long 
Fuck yourself with the world wide web 
Man you could ride that sucker right from your bed 
You may even meet a Tom, Dick, Jane or Billy 
Then grab onto your modem and fuck yourself silly 
Fuck yourself with your heart and soul 
Give it everything you got, hey I'm talkin' to you 
If you can't even fuck yourself, 
How ya gonna fuck somebody else? 
Fuck yourself with my microphone 
I'll give it to you later when we're all alone 
We can turn it up loud 
And see if you come, but 
Don't get your jizz on my microphone 
Fuck yourself with organized religion 
Now that is some seriously sinnin' business 
If the Lord sees their pathetic crimes 
He'll be fuckin' them 'til the end of time 
And can someone explain to me this racist crap 
I know it isn't white, but it isn't black 
And to all you people who only see things your way 
Well, you can suck my dick and take all day 
Fuck your nose with a pound of blow 
Watch your money get up and go but when you burnt your brain and you say 
I don't know! I hate to tell you but I told you so 
Fuck yourself with this grunge rock noise I mean, stuff those albums in your groin 
They come down on me because 
I know how to play - Hey... fuck you! 
Fuck yourself with a copy of Rolling Stone 
Or are they too holy for your holiest of holes 
Now those people think they're holier than 
Moses But aren't they just a bunch of fuckin' posers 
Fuck yourself with your mother's jewelry I won't tell, I ain't a stooly 
If you pounce hard enough you'll cough up a ruby 
Your blood will be rich and so will your doodie 
Fuck yourself with the latest fashion 
With your spikes and your hair and those cute little buttons 
And if you happen to have some leather and lace 
Fuck yourself 'til you're blue in the face 
Fuck yourself with your income tax 
They're fucking you and that's a fact 
Before you know it your money's all spent 
And you've just been fucked by the government 
Fuck yourself with your lawyer friend 
You're the only one that's getting fucked in the end 
I have been so fucked by legal bills that my asshole is the size of 
Beverly Hills Fuck yourself with your full-length sweater 
With your minks and your diamonds and your Irish Setter 
With your cash and your trash and your sinks and your drinks 
Just fuck yourself 'til you can't even think 
Those of you who enjoy this song thank you thank you, 
I love you Let's get it on 
But for those of you who are totally outraged 
Fuck yourself with your face





Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)

Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri…   Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...