Bazı kitaplar başucunda durur, bir niyet tutar sayfayı aralarsın. Karşına çıkanı hayatına yediririsin. Aynı kızarmış ekmeğe sürülen eriyen tereyağa tereyağ eklemek gibi olur. Sonrasında salça mı yoksa bal mı süreceğine kendin karar verirsin. Oruç Aruoba başucu yazarlarımdandır benim. Bütün bunalımlarımlarımı, bulantılarımı dindirir bazı bazı. Bugün niyet bile tutmadan araladım "De ki İşte"yi. Sonra binbir çeşit yüzleşme çıktı karşıma. "Yaşamında yapılabilecek her şey tükendiğinde ya da hiçbir şey yapamayacak duruma düştüğünde, yazarsın – ancak da o zaman yazabilirsin: Yazabilmen, yapabileceklerinin tükenmesi; senin, hiçbir şey yapamayacak duruma düşmen olacak. Hiçbir şey yapamıyorsan, yazarsın ancak da, o zaman…" Yapacak tonlarca şeyim var(dı) elbette. Yazmak ve onların herbirinin ardına parça paylaşmak sizden çok kendimi sağaltmak için yaptığım bir eylem(di). Çoğu zaman sordum "Bırakmalı mıyım?" diye dış sesler de iç sesler de bırakma dedi. Sahi yapacak bir şeyim yok muydu da yazıyordum. Yapacak başka bir şeyimiz kalmadı mı?
Konuyu buradan genele evriltmek istiyorum. Fark ettiniz mi son zamanlarda çok güzel bekliyoruz. Sadece bekliyoruz. Belki birilerinin bize "Bitti, tamam, her şey normale dönecek" demesini bekliyoruz. Auschwitz'de bekler gibi bekliyoruz. Hanginiz SS subayı hangimiz esir belli değil ama bekliyoruz. Gezi'de umudun yanında biber gazını bekler gibi bekliyoruz. Önümüze kapsül düşte onu geri atacak takatimiz bile yok oysa. Ağa takılmış balık gibi bekliyoruz. Hayatta kalmak mı kalmamak daha iyi bilmediğimiz hallerimizle bekliyoruz. Kaygılar, anksiyeteler ve beraberinde bize armağan edilen her şeyimizle bekliyoruz. Aslında pandemiden önce de bekliyorduk. Ama neyi beklediğimizi bilmiyorduk. Beklediğimizin bile farkında değildik. "Yaşıyorduk çok şükür der gibi..." İçinizden bazıları uzaylı istilası bazıları da zombi saldırısı bekledi ve hala da bekliyor değil mi? Bunda çekinecek bir şey yok, açıkça söyleyebilirsiniz.
Bazılarımız ağını atmış takılacak avını bekliyor ki ona koza örüp uzunca bir süre ondan beslenip karnını doyurabilsin. Bazılarımız "kötülüklerin" sona ermesini bekliyor. Bazılarımız sınavların ertelenmesini, bazılarımız gitmek istedikleri o yere varacakları günü bekliyor, bazıları günlerinin dolmasını, bazılarımız ellerindeki işin nihayetlenmesini bekliyor, bazılarımız havanın kararmasını, bazılarımız aydınlanmasını bekliyor. Bu aralar hepimiz bekliyoruz. Geleceğinden emin de olsak gelmeyeceğini adımız gibi bilsek de sadece bekliyoruz. Ama hepimizin beklentisi eskisine nazaran düştü.
Roland Barthes'ın "Bir Aşk Söyleminden Parçalar" da dediği gibi "Bekleyiş bir büyüdür". Arttırıyorum: Bekleyiş gölgedir.
Terhis mi olacağız tecrit mi bilmiyoruz. Sadece bekliyoruz. Kaderimizi muktedirin iki dudağının arasına bırakmış öylece bizim için kararlar verecek mercilerin lütuflarını bekliyoruz.
Terhis mi olacağız tecrit mi bilmiyoruz. Sadece bekliyoruz. Kaderimizi muktedirin iki dudağının arasına bırakmış öylece bizim için kararlar verecek mercilerin lütuflarını bekliyoruz.
Özneye, kendime döneyim, ben de bekliyorum. Benim beklediğim bütün yazı boyunca hiç zikretmediğim bir bekleyiş. Benim bekleyişim 99. günün sonunda bitecek bir bekleyiş. Böyle bir yol seçtim bu defa kendime. Her zamankinden biraz daha farklı. Farklı bekliyorum bu sefer.
"Bir yüksek görevli, bir yüksek yosmaya tutkunmuş. Kadın, “Yüz gece boyunca bahçemde, penceremin altında bir tabureye oturup beni beklersen, senin olurum.” demiş. Ama doksan dokuzuncu gece, yüksek görevli oturduğu yerden kalkmış, taburesi koltuğunun altına alıp gitmiş".
Böyle de beklemiyorum aslında. Nasıl beklediğimi beklentimin sonuna vardığımda anlayacağım. O zamana kadar kendimce belirleyemediğim ama "akışta olmayı" niyet verdiğim biçimiyle bekleyeceğim. Bezelye ektiğim yerden mısır bitmesine şaşırdığım kadar şaşıracağım bir bekleyiş benimkisi. Hep sevdiğim gibi hayatın sürprizleriyle bekliyorum. Sadece zamanın hediyelerini sunmasını bekliyorum hep yaptığım gibi. O hayatımın en tuhaf güz gecesinde tam da bir şeyi beklerken bana sürpriz yapan otomatik çalma listesinin önüme çıkardığı şarkıdaki gibi bekliyorum. Belki de "Güz"ü... Ama Nazım'ın "Güz"ünü...
Umut bekleyişte mi, bilmem ama umut zamanını muktedirin iki dudağının arasına bırakmamakta biliyorum. Belki de beklemeden hayata dalmakta ya da sadece akışta olmakta. Ancak akan su tazeliğini korur.
(Şarkı hakkında bilgi veremeyecek kadar bekleyişteyim bugün, her günkünden daha fazla... Neyi mi? Yeniden ova kurbağalarının seslerini, o şarabı yeniden içeceğim günleri, yeniden o en mutlu olduğum yere gidebileceğim günü, yeniden o şarkının beni alıp derinlerime götüreceği anı, yeniden tam da kendim olabileceğim dakikaları ve artık sadece içimde var ettiğim onu?!?)
En beklentisiz yazımın sonu...
En beklentisiz yazımın sonu...
Güz
Günler gitgide kısalıyor
Yağmurlar başlamak üzre
Kapım ardına kadar açık bekledi seni
Niye böyle geç kaldın?
Soframda yeşil biber, tuz, ekmek
Testimde sana sakladığım şarabı
İçtim yarıya kadar bir başıma
Seni bekleyerek
Niye böyle geç kaldın?
Fakat işte ballı meyveler
Dallarında olgun, diri duruyor
Koparılmadan düşeceklerdi toprağa
Biraz daha gecikseydin eğer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder