17 Temmuz 2022 Pazar

Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)


Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri… 

Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı…

Hop orada dur bakalım!

Hiçbir şey yanmaz değil çünkü. Kimseye bir şey öğretmek için demiyorum, sadece kendime hatırlatmak için yazıyorum. Yanmaz değil, ısıya dayanıklı. Hiç yanmayan bir şey görmedim hayatımda. Her şey yanabilir. 


Kozalakların içindeki tül gibi olan o tohumumsu adını bilmediğim şeyler metrelerce öteye yangını taşıyabilir. Ne acı ki yangından kaçarken kanadı yanan kuş da can havliyle başka bir yerde yangına sebep olabilir. Dahası yangının kendisi kendini bir yere taşımak istediğinde spot yangın adını verdiğimiz alakasız bir yerde kendini başlatabilir (ki 13 Temmuz’da belediye işçilerinin başına gelen de tam olarak buydu. Yangının içinde değillerdi. Araç içindeydiler, camları açıktı ve birden araçları alev aldı. Gerçekten spot yangın öngörülemez ve tehlikeli bir durum…)


13 Temmuz günü için niyetimiz sakin bir gündü. Sosyal medya ve mesajlarıma daha az bakmaya karar verdiğim hatta acaba kapatsam da azıcık beynimi mi dinlendirsem dediğim günlerden geçiyordum. Daha çok kitap, müzik, sevdiklerim ve bahçeyle ilgilenmek, daha fazla yazarak zaman geçirmek istiyordum. Eve de adımımı bu niyetle atmış, “Pink Floyd gelse evden çıkmam” noktasına kadar ilerlemiştim. Kim bilebilirdi ki telefonuma gelen mesaj ve çağrıların Radar tepesine yakın bir yerde yangın çıktığı ihbarını vereceğini ve bir duman bulutunun da yavaş yavaş evimizin karşısındaki tepeden görüneceğini. Hiç zaman kaybetmeden kendi evimizin güvenliğini bir parça aldıktan sonra Afet Koordinasyon Merkezi’ne (AKOM) yola çıktık sevdiceğimle. Zaten pek çok şeyimiz hazırdı. Çünkü hem Orman İşletme şeflerimiz, müdürlerimiz aylardır bu çağrıyı yapıyorlardı hem de geçen sene ciğerimizi yakan Marmaris yangınından pek çok deneyimimiz vardı. Ah bir de Börtübet yangının üzerinden pek de zaman geçmemişti. 


Çağrıyla birlikte soluğu AKOM’da aldık. MAG-AME/SAR’daki öncü operasyon ekibi çoktan yola çıkmıştı. Yeni ekiplerin çıkışı için de hummalı bir çalışma yürütülüyordu. Dumanlar karardıkça devam etmekte olan yangının daha da can sıkıcı bir hal aldığını anlıyor, içimizin kararmasına engel olamıyorduk. Ne vah vahlandık, ne tüh tühlendik. Sahaya göndereceğimiz yeni ekibin hazırlanmasına odaklandık. Bir yandan da Orman Gönüllüleri olarak ormancıların durumlarına ve ihtiyaçlarına odaklandık. Telsizler, telefonlar, ihtiyaç listeleri, ekiplerin sağlığı… Zamanı fark etmiyor ancak zamana karşı yarışıyorduk. “Durum bilgisi” isteyenlere cevap veremiyorduk. Çünkü sadece önümüzdeki işe konsantre olmuş, ihtiyaçları karşılamaya çalışıyorduk. Ne sosyal medyaya bakıyor ne de ihtiyaç dışında telsizi, telefonu kullanmıyorduk. Meğer de böyle oluyormuş. Bir kişi birkaç işi birden yapmak zorunda kalabiliyormuş. Tam da bu sebeple belki daha çok ihtiyaç duyduk insan gücüne. Nerede ne yaptık, nasıl bir 25 saat geçirdik inanın hatırlamıyorum. Kimlerin çıktığını, hangi kurumlardan birileriyle işbirliği içinde olduğumuzu, ihtiyacın ne olduğunu net hatırlıyorum. En nahifi de belki pek çoğunuza itici gelecek ama “sigara-kahve” oldu. Keyif için değil elbette. Tiryaki olmayan bilmez. Bazen ne yeme- ne içme yoktur gözünde -ki kriz anlarında da yoğun çalışırken de inanılmaz ihtiyaç duyarım buna. Kahve çağrısına cevap verebildik ancak sigara için aynı şey geçerli olmadı ve ben bunu epey dert edindim. Elimden de hiçbir şey gelmedi. 


Saat: 02.00’yi geçmiş meğer. Bunu da öncü ekip olarak çıkan ve ardından gönderdiğimiz ikinci ekipteki arkadaşlar AKOM’a gelince fark ettik. Diğer ekip 04.30 civarı çıkacaktı alana malum azıcık dinlenmek, soluklanmak gerekliydi. Biz de gidip dinlenmezsek hayrımız yoktu. Çünkü önce can sonra canandı. “Vakaya giderken, vaka olmamak  gerekir”di. 



Nöbet devrettiğimizi düşünüp eve döndük. Ancak bir saat bile geçmeden AKOM’a geri döndük. Ekiplere yeniden ve ivedilikle çağrı yapılmış, AKOM’da kim var kim yok sahaya çıkmıştı. Dönüp yeniden merkeze gittik. Geçici bağış olarak gelen dolaplar su, buz ve erzakla, depolar ilaçla sahadaki ekiplerin ciğerleri dumanla, bizim içimiz ise yapılması gereken ne varsa onunla dolmuştu. 05.30’da bir ekip daha çıkacaktı. Derken Fethiye ekibi gelecek, gelen telefonlara ve çağrılara yanıt verilecek, gitmesi gereken erzak ve sular doğru yere ulaştırılacak, Pati Koruyucuları karşılanacak (ekipman eksikleri giderilecek), çıkış yapan ve sahada olan kişi ve envanterin listesi hazırlanacak ve dahası… 


Sabah mıydı? Akşam oldu sanmaya devam ediyordum. Gecesi gündüzüne böyle karışıyormuş insanın. 4 gün festival yapmıyor muyduk biz hiç uyumadan? Bu da aynı şey sanıyordum eğitimlerden sonra. Bunu da festival organize eder gibi yaparım sanıyordum. Evet elbette şemasal olarak benziyor festival yapmaya ama hem motivasyonu fazla hem de organizasyonu daha zor. Çünkü festivalde nerede ne yapacağın önceden belirlenmiş oluyor. Doğanın festivalinde ise (buraya tepki vermeyelim çünkü aslında hiçbir şeyin önüne geçtiğimizi düşünmüyorum, her türlü doğal afet onun kendisini onarmak, yok etmek vs. için olduğu görüşündeyim, insan eliyle de yapılmış olsa geniş çerçeveden bakınca başka görünüyor) ne zaman ne olacağı belli değil ve aslında çok da çaresiziz. Bir yandan da küçük, minicikiz… Diğer taraftan ise doğal afetlerde moralini yüksek tutmak pek öyle festivalde eğlenmeye benzemiyor. Bu da bu işi daha yorucu kılıyor. Bir de sen işini yapmaya çalışırken tuhaflıklar da oluyor. Festivalde olsan takarsın belki ama burada ne takmak için zaman ne de takat var. Bir işi sakin ama hızlıca bitirmek gerekiyor.  Olan şeyi sonra konuşulmak üzere kenara not alıp yola devam etmek. 


Filmi biraz geri sarmak ve 13 Temmuz yangının bir sene öncesine gitmek istiyorum. Marmaris yangınları var. Yardım çağrıları yapılıyor, yardımlar ediliyor, işler bir şekilde yürüyor. Elimden geleni yapmaya çalıştım. Daha önce böylesi bir şey yaşamamıştım. Sahaya çıkmadım, evimdeydim. Elimden telefon, verandamdan misafirim eksik olmadı. Eksik olan tek şey eğitimlerimdi. Koordinasyon yapmaya, bir şeyleri organize etmeye alışıktım. Gelen misafirlerim ya yangın alanından dönmüş ya yangın için bir şeyler yapmak isteyen ya da bir şeyler yapmasına karşın bizimle sakince meselenin özünü konuşanlardı. 


O yangınların sonunda İstanbul depremini bekleyen bir Heybeliadalı olarak zaten oradayken almaya niyet ettiğim eğitimimi burada artık almam gerektiğini anladım. MAG  (Mahalle Afet Gönüllüsü) olmaya karar verdim, AME/SAR’ı  (Acil Müdahale Ekibi) zaman gösterirdi zaten. Kışın azimle gittim eğitimlerimi tamamladım. Henüz öğrenmem gereken çok şey vardı. Orman Gönüllüsü olmak isteyenler için de eğitim açıldı. E zaten ben orman gönüllüsüydüm Heybeliada’dan ama bilgileri tazelemek gerekirdi, birkaç saatimi verip onu da aldım. 


Bu eğitimlerin bana kattığı çok şey oldu:

Örtü, tepe, toprak yangını, spot yangın nedir; ormancıların çok zorda kaldıklarında karşı yangın açarak yangını kontrol altına alabildiğini; üç 30 kuralının tehlike arz edebileceğini, acil durum çantamızda neler olması gerektiğini; işi olmayanın kesinlikle, değil ki sıcak alan, alana girmemesi gerektiğini öğrendim. Daha öğrendiğim pek çok şey oldu elbette. Bunlardan en mühimi de gerçekten “Birlikte Güçlü olduğumuz”du. 


Bu ne bir reklam yazısı ne de dilek istek kutusuna atılacak bir mektup. Geçen yıldan beri yaşadığımız afetlerin bana öğrettiği en önemli olgular birlikten güç doğduğu ama kontrolsüz gücün de gerçekten hiçbir işe yaramadığı oldu. Bir de ne olursa olsun bilginin sakin kalmak konusunda çok işe yaradığını pratik edebildim. Yangınlar ve soğutma boyunca sürc-i lisan ettiysem bahanesiz farkındasızlıktandır (öyle ki aslında içim çok ferah ve rahat), özrümü diliyorum. Başımıza bir daha böyle bir şeyin gelmemesini temenni ediyorum (bu demek değil ki eğitim almayalım, eğitimlere devam etmeyelim). Gelirse de kendi adıma daha farkında olarak işlerin ucundan tutmayı temenni ediyor ve niyet veriyorum. Yangın sonrasında yapılacak işler bitmemişken, sıcaklar devam ederken ve yine bu yıl öğrendiğimiz üç 30 kuralı (30 derece üstü sıcaklık, 30 Km rüzgar, %30’un altında nem) halen yuvamızı terk etmemişken de öz farkındalığımın/farkındalıklarımızın yüksek olmasını, diliyorum.  

12 Temmuz 2022 Salı

Savruk yazılar 002

Sevgili dünlük,


Dünlük diye başladım çünkü birkaç zaman önce olmuş olan bir şeylerden serzenişte bulunup bunu da zamanın tozlu, raflarına ya da dijitalin unutulmuş ve bir daha asla bakılmayacak web sayfalarına bırakacağım.


Daimi okuyucularım yaşadığım yerin neresi olduğunu gayet iyi biliyorlar. Bu yüzden ismini bir kez  daha zikretmiyorum. Geçtiğimiz günlerde burada incir çekirdeğini doldurmayacak bir mesele yaşandı. Sokakta çalan müzisyenlere zabıta müdahale etmiş. Çünkü müzisyen arkadaşlarımız amfiyle ve etrafı rahatsız edecek seviyede bir sesle müzik yapıyorlarmış. Eski Özge olsa “Yav ne diyorsunuz, böyle şey mi olur” der olaya bodoslama dalardı. Şimdi biraz duruyorum, olan bitene bakıyorum bazen hiçbir söz söylemeden köşemde oturuyorum. Bu konuda çok sessiz kalamadım. Etrafımda sürekli bir şeyler geveleyip durdum. Konunun bana ne anlattığını anlamaya çalıştım. Pandemi boyunca müzik emekçilerine son derece destek olan, onların dertlerine derman olabilmek için bir şeyler yapmaya çabalayan bir belediye neden şimdi müzisyenin/müzik emekçisinin ekmeğiyle oynasındı ki? Tek konu vardı o da desibel sorunu. Amfiyle çalmak yasaktı bu netti. Bir de benim gözümde sadece yaz aylarında buraya gelip de sadece buranın ekmeğini yemek de bir samimiyetsizlik yaratıyordu. Bu benim düşüncem elbette. Belediye zabıtalarının pandemi döneminde dahi sokakta çalan ve bunu da akustik performans olarak gerçekleştiren kimseye bir şey demediğiydi. Sonradan konu tatlıya bağlanmış. Müzisyenler belediye yetkileriyle görüşüp izinlerini almışlar ve sokakta çalmaya başlamışlardı. Peki bunu sosyal medyada hunharca paylaşmak ve daha önce de dediğim gibi Pandemi döneminde kendilerine her türlü desteği sağlayan belediyeyi kötülemenin ne anlamı vardı? Benim için sadece reklam kokan bir hadiseden öte değil. Ha yeri gelmişken söyleyeyim arkadaş(lar) hala amfiyle çalmaya devam ediyorlar. Amacım kimsenin ekmeğiyle oynamak değil sadece samimiyetsiz bulduğum olay örgülerini kendimce açıklamak. Bu süreçte dilimi tutamayıp ama cevap da alamadığım bir gazeteci abimize sorduğum soruların yanıtlarını da burada sizinle paylaşmak istiyorum.

  

Sorularım ise şöyleydi: 


Kimseyi savunmak etmek için demiyorum ama şu notları düşmek isterim, 

  1. XXX Belediyesi pandemi döneminde burada yaşayan müzisyenlerine sahip çıkmış gerek online olarak yapılan festivalde gerekse pek çok bakımdan müzisyenlerini desteklemiştir. Bunun unutulduğunu düşünüyorum…


2. En son yaptığımız çalışma ise Türkiye’de müzik emeğinin durumunu anlatmaya gayret etmiştir. Sokak müziği meselesine kadar konuşulması gereken, sigortasız çalıştırılıp açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edilmiş müzik emekçilerinin varlığıdır. Yukarıda kültür emeği başlıklı bir link bırakmıştım, ilginizi çekerse… sektörden olmayıp ya da sektörün sorunlarını bilmeden yorum yapmaya kalkışmak sadece iyi niyet göstergesiymiş gibi kalıyor. Bu da naçizane ve ziyadesiyle üstencil düşüncem.


Kim kimi engellemiş, ceza var mı (makbuzlu), çalan arkadaş amfi kullanmış mı? Bu sorulara da yanıt bulabilirsek çok iyi olur. Ya da Datça’da müzisyenler birlik olmuşlar da mekanlara kaşe için alt limit belirlemişler mi, sözleşme şartname yapıp kendi haklarını gözetecek herhangi bir eylemde bulunmuşlar mı? Buradaki karşı çıkışlarındaki sebep nedir, amaç nedir?


Peki bunları hangi vasıfla soruyorum. Birincisi müzik emekçisi olarak ikincisi, müzik emeği üzerine çalışan bir müzik yazarı olarak. 


Diyeceksiniz ki sana ne? Hakkaniyetsizlik, reklam kokusu ve vefasızlık beni rahatsız ettiği için üzerine çok düşünüp bir şeyler karalamaya çalıştım. 



Her daim sokak müzisyenlerinin ve müzik emekçilerinin yanındayım elbette ama hiçbir koşulda beni arayıp sormayan müzisyen arkadaşlarımın “Belediyenin tavrına karşılık sokakta çalıyoruz, sen de gelip destek olur musun?” demesi bile beni rahatsız etmeye yetti. Neden mi? Çünkü o arama sadece saf doldurma talebinden ibaretti benim gözümde.



Bazen bazı şeylere hiç düşünmeden fevri bir şekilde yanıt veriyoruz. Hayatım boyunca bunu çok yaptım. 40 yaşıma geldiğimde ise hem en yakınım olan insanlardan hem de deneyimlerimden her hıyarım var diyene tuzla gitmemek oldu. Ağrıma gidenler artık ağrıma gitmemeye de başladı böylelikle. Ne rahat şeymiş “Bana ne, sana ne, kime ne?” diyebilmek ve bu bananeciliğin de altını doldurabilmek. 


Başka bir sorum daha olacak ve altında da naçizane diyemeyeceğim çözüm önerilerim. Tatil beldelerinde plajlar, barlar insan doldu. Bir işletme diğerinin sesini bastıracağım diye köklüyor da köklüyor müziği. Kimsenin bir diğerine saygısı yok. Müzikaliteyi hiç sorgulamıyorum bile. E be demezler mi ki, “Sokakta amfisiyle çalan adamı engelliyorsun da bangır bangır müzik çalan işletmelere göz yumuyorsun?” Diyorlar ama pek de bir işe yaradığını sanmıyorum. Bu da yaşadığım yerdeki belediyenin açmazı oluyor. Koyarsın bir desibel ölçer hem sokak müzisyenine hem de işletmelere bir de desibel limiti o zaman herkes ne kadar da mutlu mesut yaşıyor görürsün. Ne şiş yanar ne kebap, ne amfi çazırdar ne de kolonlar ve kulaklar patlar. Herkesin beklentisini karşılayamasan da “çabaladım” dersin.


Sokakta çalacak müzisyenlere de baktın çoklar, büyükşehir belediyelerinin yaptığı biçimde eleme yapar yerlerini belirlemek için de kuraya tabi tutarsın. bir müzik yazarı olarak burada görevimi tamamlıyorum. Yazdıklarıma karşın bir kızgınlığınız varsa “Savruk Yazılar 001”i okumanızı rica ediyorum. 


11 Temmuz 2022 Pazartesi

Savruk yazılar 001

Ne söylediğim ne de yazdığım hiçbir sözü geri alamam. Ancak onların etkisini değiştirme gücüne sahip olduğumu biliyorum. Daha doğrusu yeni öğrendim. Bildiğim bir diğer şey ise bana bu yazıyı yazma motivasyonunu da veren enerjiyle aynı: Ben müzisyen değilim. Müzik insanı mıyım o bile tartışılır. Ama bugüne kadar kendimi var etmeye gayret gösterdiğim alan bana öğretilegeldiği biçimiyle müzik oldu hep. 40 yaşımın öğrettiği ise keyif almadığın hiçbir şeyi zorla yapmamam gerektiği oldu. 


Yazı yazmaktan duyduğum haz zaman zaman birileriyle birlikte tınıların içinde dolaşabildiğim, kaybolduğum ve tınılarla dolduğum ve doyduğum zamankiyle benzeşse de hiçbir zaman kendimi müzisyen mertebesinde görmedim. Hatta başkalarının müziklerini sadece taklit yöntemiyle içine bir takım çeşniler koymadan yapanların da kendilerini müzisyen mertebesinde görüyor olmasına şaşkınlıkla baktım. Bu ise beni zaman zaman başkalarının gözünde egosu yüksek, çok bilmiş ve hatta itici bir insan yaptı. Oysa bahsettiğim mertebe meselesi o kadar başkaydı ki… Anlatamadığım için ben yüksek egolu olmaya razıyım. Herkes şarkı söyleyebilir, herkes bir müzik aleti çalabilir. Hatta ucundan da olsa hemen herkes bunu mutlaka denemelidir de. Şimdi diyeceksiniz ki “yaşam mücadelesi içinde ne müziği yahu, biz olmuşuz müzik”.  Konu tam olarak öyle değil. Çünkü bir müzik aleti çalmak için ya da şarkı söylemek için illa orta sınıf ya da üstü olmamıza gerek yok. Zaman zaten oldukça müzikal… taşı taşa vurarak da müzik yapılıyor ki bu biçimde albüm yapmış olan müzisyen örneği bile verebilirim: Stephan Micus – The Music Of Stones (1989-ECM Records).


Neyse döneyim konuma… Ben hep çok güzel şarkı söyleyen kadınları kıskandım. Bana da zaman zaman ne kadar güzel şarkı söylediğim, icramın güçlü olduğu söylenmiş olsa da. Ancak bir koloratur soprano annenin kızı olmak o kadar da kolay değil. Aile ortamlarında bile ben şarkıya dahil olduğumda susturulduğum çok değilse de oldu. Hatta bence bir insanın başına böylesi bir şeyin bir kere bile gelmiş olması ileriki zamanlarda bunun travmatik bir duruma dönüşmesi için yeterli. Hele ki o kişi benim karakterimdeyse. Küsüveririm, sonra da barışırım elbette. Barıştığım zamanlarda da işin bokunu, kendimi de sahneye çıkarırım. Her defasında aynı özgüvensizlikle sahnede buluveririm kendimi. Çünkü öyle bir yetiştirilmişimdir ve okullarımın isimleri de o kadar müziği büyütmüştür ki detone oldum, surtone  oldum, amman orada fazla vibrato yaptım diyerek şarkı söylerken kendimi yerim. O kadar büyüktür ki okullarımın ismi hiçbir zaman müzik yapamam gönlümce. “Müzik Bölümü” söz dizisi o kadar büyüktür ki sen altında ezilirsin. Sınavları da büyüktür bu okulların. Her sahneye çıkışımda ya da dost meclislerinde şarkı söylerkenki takındığım tavır, jüri önünde sınava giriyormuşçasına heyecanlanmama sebep olur. Biri benim önümde sahnedeyken de jüri koltuğuna ben otururum bu sefer. Bu da bana öğretilegelmiştir. Çocukluk çağlarımdan itibaren gittiğim bütün konserlerden aklımda kalan ne keyif ne haz ne de eğlencedir. Aklımda kalan tek his memnuniyetsizlik. Orkestra konserlerinde ya yapıtlar beğenilmez ya da icra eden orkestralar. Korolarda kesin entonasyon sorunu vardır. İlla bi memnuniyetsizlik. Hatta eleştiri yazmayı kimse göze almaz memlekette ama o konser sonlarında atılan kulislerde hep belden aşağı vurulur. İçten içe haset midir yaşanan bilmiyorum. Ben de çok yaptım. Halen de dinlediğim bir albüm ya da performans üzerine eleştiri yapmıyor değilim. Lakin işin biraz daha küresel sermaye boyutundan bakmaya çalıştığımı da düşünüyorum. Yani aslında günümüzde hangi tür müzik yapılırsa yapılsın mutlaka işin piyasa boyutu da düşünülüyor ve çoğu müzisyenin yaptığı iş ne yazık ki içtenlik taşımıyor benim nezdimde. Çünkü o içtenliği bozan popüler kaygılar görüyorum… Bir şey başka bir şeye benziyor dolayısıyla. Bir diğeri de diğer bir şeye ve ortaya özgün çok az iş çıkıyor. Pop müzik içinde konuşacak olursak da 90’lara öykünmenin bir sebebi olarak yeni üretimin tabanının oluşmadığını söyleyebiliriz de belki kim bilir. 


Artık kayıt yapmak, bunu da çat diye piyasaya sürmek çok kolay. Her şeyi dinlemek ise imkansız. Evde durup dururken kendinden çıkan bir şeyi bile hiç üzerinde oynamadan etmeden ya da basit bir altyapıyla dinleyici karşısına çıkarmak mümkün. “Abi koy işte hemen”cilik fazla mı gelişti ne? Bu da niteliğin azalmasına sebep oluyor gibi geliyor. Müzisyenlik mertebesi ise autotune’lara emanet. 


Yine bir yazıda daha daldan dala atlayarak sanıyorum ki ifade etmem gereken asıl şeyleri kaybediyorum. Belki müzisyen olmadığım gibi yazar da değilimdir. Canım sağ olsun. Yazdıkça açılıyor insan, çaldıkça, söyledikçe olduğu gibi. Hepsi disiplin işi aslında. Hangimiz daha disiplinli olabiliyoruz ki? Hangimiz hakkını verebiliyoruz ya da bölünmüyoruz bir şeyler üretirken. 


Son dönemde daha doğrusu son bir yıldır içime sinen hiçbir şey üretebilmiş, yapabilmiş değilim. Bu konuda da kendimden hiç razı değilim aslında. “Sonsuz konsantrasyon bozukluğu” ya da Dominic Pettman’ın dediği gibi “Sonsuz Dikkat Dağınıklığı”. Sürekli bir senkronizasyon istenci. hangi medyayı (görsel, işitsel, duysal, duyusal) kullanırsan kullan 21. yüzyılda elinde hangi materyal olursa olsun özgün bir şeyler üretebilmen imkansıza yakındır. YTÜ’deki Temel Tasarım derslerimizde -ki biz o derse temel kasarım diyorduk- bizden istenilen tek şey ne üretirsek üretelim özgün olması ve mutlaka alt metninin oluşturulmuş olmasıydı. Yani iki kibrit çöpünü yakıp birbirine monte edipte de götürebilirsin ama daha önce düşünülmemiş bir fikir ile. Biz bu dersi alırken işimiz biraz daha kolaydı ama şimdi Hazreti Google’da olmayan fikir yok gibi. 


Üretim giderek zorlaşıyor. Ya da eskiye dönüş baş gösteriyor. Ne yalan söyleyeyim bazen bahçede yetiştirdiğimiz ürünlerden konserve yapıp kışa hazırlanmak herhangi bir sanatsal kaygı güttüğüm bir şeyler yapmaktan çok daha anlamlı geliyor. Bunları da sosyal medyada paylaşıp başkalarının dikkat dağınıklığına sebep olmak istemiyorum. 


Nasıl ama epey birikmiş değil mi meseleler? Yani başladığım nokta nasıl ve neden müzisyen değilimken domates üretimine kadar geldim. Ama hepsini birbirine paralel görüyorum. Yalan ve gerçek gibi. Hangisinin yalan hangisinin gerçek olduğunu görmek ise hepimiz için zaman alacak sanki. 


Samimi üretimlerin çoğaldığı zamanlara özlemle…


Aslında müzisyen olmak anda kalıp anda kendini gerçekleştirmekten ibarettir. Kimseye hesap vereceğin bir durum da olmamalıdır. Kimseye kendini beğendirmek gibi bir kaygısı da… 

Her ne koşulda olursa olsun kendini gerçekleştirmek olmalıdır müzik ve müzisyenlik.  

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Sevgiyle titreş

Sevgilinizle küs müsünüz? Hayatınızda bir şeylerin yolunda gitmediğini mi düşünüyorsunuz? 

Sürekli etrafınızla ve kendinizle çatışma mı yaşıyorsunuz? 

O zaman bu yazdıklarımı mutlaka okuyun. 


Ay, ay, ay!


Ay tutuldu, Akrep burcunda titreşti, kan doldu, titreşimler yayıldı… Ama her ne olursa olsun iyi oldu, iyi de olacak. 

Böyle düşününce her şey pek kolay geliyor. 


İnananlar “oldu, oldu, oldu” dedi oldurdu. İnanmayanlar inanmaya niyet etti. 


Diğerlerini bilmiyorum yeminle!


Hiç değişmeyen değişim, olduğu gibi kaldı çünkü değişmeyen tek şey kendisiydi. 


Bir de tek kalan sevgi oldu. Saf sevgi. 

Sevgiyle yaklaşan, yanaşan kazandı. 

Kalbini açmaya niyet eden kendisine olan sevgisiyle yüceltti etrafındaki her şeyi. 

Parladı, parlıyor ve parlayacak.  


Kendileyin olan oluyordu. 

Bu sarsıcı süreci atlatmak kolay. Nasıl mı? Hep olumlu düşünerek.

Olumlu düşünürken de acı çektiren, kendine acımana sebep olan, hasreti körükleyen, hayatın ne kadar da acımsız olduğunu vurgulayan şarkılardan vazgeçmek çok da iyi bir çözüm. Akla geldikleri anda onlara “Değiş ton ton” demek ve hayata dair umut veren ne kadar şarkı varsa onları getirmek zihne. 


O anda her ne olmasını istiyorsak o şarkıyı mırıldanmak içimizden. Şarkılara dair başka okumalar yapmanın da faydası büyük. Mesela yalnızlık şarkılarını tek başınalıkla değiştirmek. Çünkü tek olmak yalnız olmak değil. Tek olmak kendinle tam ve bütün olmak. Kendine güvenmek, ayakların yere basarken gökyüzünde süzülebilmek. 


Yalnızlığım, yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin” diyor şarkıda… Kendi durumuna acıyor, hep yalnızdım aslında diyor. Oysa tek başınalığı yalnızlıkla karıştırıyor şarkı. Melankoliye sevk edip “Vur kadehi be ustam” diyor. Aslında yalnızlığın da kendi tercihi olduğunun farkına varmıyor. Buradaki tek başınalık dediğim de “Söyle buldun mu, aradığın aşkı söyle?” kıvamında bir şey değil. Çünkü bu şarkıda da yine kendine acıma karşı tarafı merak etme gibi hususlar devreye giriyor. Bu da değil. Yani "Bu değil, bu hiç değil, bu hiç hiç değil". 


Sen sandığım şey belki benim yüreğimdi” diyor şarkının birinde aslında bir barış antlaşması imzalıyor kendiyle belki ama "Yolun Başı" mıdır, sonu mudur kimsenin bilemeyeceği bir durum hakkında endişelerini dile getirmekten çekinmiyor. 


Bu gece gel yarın istersen yine git…” Yok ya gitme. nereye gidiyorsun? Bi git bi gel hayat mı geçer? "En kötü karar kararsızlıktan iyidir" dedirten bir şarkı olarak onu da zihnimizden öteye bir yere koyuyoruz ve cesaretinden ötürü tebrik ediyoruz. Tabi aşkı, hayatı böyle yaşamak istiyor olabilirsiniz. Bu da sizin tercihiniz. 


Bir de bu şarkıların titreşim frekansları var elbette. Ne kadar çok da kodlanmışız melankoliye, yalnızlığa, acı çekmeye. 


Acı veren, yürek deşen şarkıların oranı, nedense yaşamı onurlandıran, kutlayan ve kutsayan şarkılardan daha fazla. Konumuzla ilgisi yok ama söylemeden edemeyeceğim: en son bir komedi dizisini ne zaman izledik. Sadece Türkiye’de değil dünyada da yeterince komedi dizisi çekilmiyor farkında mıyız? 


Bu kısa esten sonra “Sabah martılara ekmek, akşam göğsümüze jilet attıran” şarkıları az çok zihninizden geçirmişsinizdir diye düşünerek, şimdi artık olumlu sözlerle iyiliğe dönüşümü açan şarkılardan bahsetmek istiyorum.


Her ne kadar ciğer parçalar bir şekilde söylenmiş olsa da ve -belki tam da bu sebeple ifadesi çok güçlü- “Sil Baştan” yargıların kurbanı olmayan, olduğu gibi durumu kabul eden, sorduğu sorulara yanıtını kendi bulmaya çalışan, konumuz içinde değerlendirdiğimizdeyse bu bağlamıyla mükemmel bir şarkı. 


Aynı kadının bir diğer şarkısı “Günaydın Sevgilim” nasıl? Keşkeleri var ama temennisi de niyeti de şahane! 


Lunapark” var mesela sana nasıl geliyorsa öyle anlayabileceğin cinsten. Hayatı olduğu gibi lunapark olarak tasvir eden ve neyle karşılaşabileceğini kulaklarımızın önüne seren. 


Tak tak vurulur kapıma, kişner kapımda kır atım, dünyam gümüşler kuşanır” diyor bir başka şarkıda. Daha ne desin ki? Senin kapına vurup hayatını gümüşler kuşatan kim ya da ne peki? 


Bir başka şarkı kendini olduğu gibi kabul etmen gerektiğini bayağı içten söylüyor: Hayat benim, her anımı yaşadıkça sevesim var, aldırmam hiç yağmurlara, benim güzel hatalarım var… Sev kardeşimdiyor başka bir şarkı. Önce sevmeye kendinden başla. Başla ki senden o sevgi enerjisi yayılsın, dağılsın etrafına. Kendini olduğun gibi sev ve bir an bile vazgeçme kendi yolundan. 


Öyle bir dikkafalılıkla da değil elbette, Kabul ederek her şeyi, olduğu gibi. 


Bir de hayatta gerçek olanlar var örneğin:


Bir gün umutsuz, çözümsüz hissedersen

bil ki o çıkmaz sokakta yalnız değilsin

özel birisin… özel güçlerin var… sıcak bir evin, bi kedin

ve de çılgın arkadaşların var…


Belki kedin yok, sıcak bir evin de ya da yaz geldiği için çok sıcak bir evin var. Ne olacak ki bir evin olmasa bile. 

Tek başına rüzgarı, ağaçların hışırtısını, bütün o kokuları, sokağı, çocukları, ayı, güneşi hissediyor musun? 

Bunu yüreğinden görebiliyor musun? 

Tekamül ediyor musun? 

Vicdan kanallarını açıyor musun? 

Sevgiyi yüreğinde “Sıcak bir ekmek gibi taşıyorsan…"sorun yok!



Amacım yargı dağıtmak değil elbette. 

Bir parça farkındalığımızı harekete geçirmek. 

Her ne olursa olsun iyi olacağını, iyiliğin iyilik getireceğini bilerek hayatımıza devam etmemizi sağlamak. 

 

Bu kadar yürekten çağırma beni, bir gece ansızın gelebilirim!” derken yeni yazılarla ve dinleme listeleriyle bir anda karşına çıkabilirim. 



28 Kasım 2020 Cumartesi

Standart Dışı no. 4 İrem Derlen 27.11.2020


Bahadır Cihangir Genç @bcgstudio
Fotoğraf: BCG Studio (Bahadır Cihangir Genç)
Standart Dışı'nın 27 Kasım 2020 tarihli konuğu İrem Derlen'di. İrem ile yaptığımız programın dışında ona farklı sorular da yönelttim. Ayrıca Standart Fm'de yayınlanan programın linkini de röportajın sonunda bulabilirsiniz. 
___________________________________________________

Müziğe nasıl başladın diye sormayacağım, çünkü biliyorum ki senin müzikle ilişkin çok küçük yaşlarda başladı. Ama bu işe profesyonel olarak nasıl başladığını anlatabilir misin?

Müziğe olan ilgim dediğin gibi çok küçük yaşlarda başladı. Ortaokul yıllarında başladığım okul orkestrasının solistliğini lise mezuniyetine kadar devam ettirdim. Sonrası zaten İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Opera-Şan bölümüne girişim ve ardından profesyonel müzik hayatı geldi.. 2000’lerin başı gibi düşünürsek 20 yıldır bilfiil bu sektörün içindeyim. Elbette bu konuda bana ön ayak olan şahane insan değerli müzik öğretmenim Mahide Gül Göbelez’i anmadan geçemeyeceğim. (ki kendisi annen ☺ ve zaten hikayeye yakından şahitsin!)

12 Farklı dilde şarkı söylüyorsun, ama bu dillerin hepsini biliyor değilsin. Nasıl bir çalışma yöntemi izledin?

Dillerin hepsinin bilmeme elbette imkân ve ihtimal yok. Bu tamamen çok iyi bir müzik kulağına sahip olmam, yabancı dillere yatkın olmam ve konservatuvar opera-şan ekolünden geliyor olmamla alakalı .. Okulda birçok dilde eser (Opera Aryaları, Aryantikler, Lied’ler vb. gibi) seslendirmek durumunda olduğunuz için ister istemez kendinizi birden fazla dilde ve tarzda gayet iyi şarkı söylerken buluveriyorsunuz.

Sendeki repertuar kimsede yok desek yeri… Ne kadar zaman içinde, nasıl oluştu? 

Bu çok uzun bir zamanın eseri. Kendimi bildim bileli şarkı söylüyorum. 5 yaşından beri deyim yerindeyse bir kayıt cihazı gibi ne duysam hafızaya atarım. Bu sebeple ezberimde çok fazla tarzdan ve dilden şarkı var. Benim gibi profesyonel müzisyen olan arkadaşlarım bile birlikte bir yerde oturduğumuzda çalınan şarkıların hemen hemen hepsine eşlik edebiliyor olmama hayretler içerisinden kalıp ‘Sen bu kadar şarkıyı ezbere nereden bilebilirsin?’ diye sorarlar. Valla ben de bilmiyorum. Sözel hafızam bir hayli kuvvetli demek ki! ☺
Fotoğraf: BCG Studio (Bahadır Cihangir Genç)
    Fotoğraf: BCG Studio (Bahadır Cihangir Genç)


Gördüğüm kadarıyla şarkıların bir kısmı ortak bir ürün olarak ortaya çıkmış… O süreçleri anlatır mısın?

Ben birlikte üretimleri çok çok seviyorum. Birlikte hareket etmenin gücüne yürekten inanıyorum ve bundan başkasını da bilmiyorum açıkçası. Öğretmenlik haricinde her yaptığım işte mutlaka birilerinin benim davetimle gerçekleştirdiği bir dokunuş vardır.
Aralık 2010’da “Harikalar Diyarı” ile kaydettiğimiz ve o dönemde müzik eleştirmenleri tarafından bir hayli beğeni alan ve başarılı olarak yorumlanan; Garo Mafyan prodüktörlüğünde EMI Müzik Türkiye etiketiyle piyasaya çıkmış Pop / Lounge tarzında “Bak Kalbine” adlı bir albümüm var ki içindeki oniki şarkıyı da ben hala çok severek dinliyorum. Geçtiğimiz ay Spotify sanatçı sayfama da yüklendi albüm.
Ardından yedi sene sonra Haziran 2017’de çıkan üç şarkılık maxi single’ım ‘Gidelim Haydi’de günümüz müzik piyasasında işleri beğenilerek takip edilen çok fazla isim var. Öncelikle sahnede birlikte müzik yaptığım arkadaşlarım projeye dâhil oldu. Tek tek isim say dersen çok uzayacak bu sorunun cevabı ama bence hak geçmesin.                                                                                                                                     

Tüm şarkılarımın aranjelerini büyük bir titizlik ve incelikle kotaran, bas gitar ve elektrik gitar çalımları ile Emrah Sarıtunalılar, sözler ve melodilerdeki yaratıcılığıyla hayatıma anlam katan Burçak Bahar, şarkı sözleri konusunda bizden desteğini esirgemeyen güzel dostum Bahadır Gökçen, “Yoksa”nın bestecisi, gitar çalımlarıyla ve back vokalleriyle şarkımıza renk katan, uzun yıllardır aynı sahneyi paylaştığım Görkem Baharoğlu, “Yoksa”ya sözleriyle hayat veren Kristal Sila Özhendekci, “İçindedir’in yaratıcısı sevgili kuzenim Mehmet Hakan Özhendekci; 10 yılı aşkın süredir aynı sahneyi paylaştığım dostlarım, ve artık kardeşlerim, müzik yoldaşlarım Ayhan Mutlu (Tuşlu Çalgılar), Aysun Sökmen (Flüt) ve Gökhan Akhan (Klarnet). “İçindedir” ve “Yoksa” daki bas gitar çalımları için sevgili Burak Yılmaz, “İçindedir”deki perdesiz ve akustik gitar çalımları ile şarkının tadına tat katan sevgili Cihan Mürtezaoğlu’, davul ve perküsyon çalımları ve güzel önerileri için Can Güngör; Kayıt ve Mix’leri ve tüm prodüksiyon sürecindeki katkıları için Emre Malikler, Mastering için Modern Mastering Studio’dan Everett Young ve tüm vokal ve enstrüman kayıtları için Jingle Factory’nin kapılarını bize açan, hiç bir konuda desteğini esirgemeyen Emre Sarıtunalılar ve Eray Uygur’a çok teşekkür ediyorum bir kez daha. Ve son olarak 2019'un Mart ayında Gürkan Kömürcü ile birlikte üretip yorumladığımız sözleri bana müziği Gürkan’a ait ‘Kaç Kez’ adlı ilk düet single projemiz Mana Müzik & Kınay Production ortaklığıyla dijital platformlarda yerini aldı.



Yıllarca atölyeler düzenledin bunlara devam da ediyorsun. Atölye yapmaya nasıl karar verdin, fikir nereden çıktı?

Salgın sonrası hepimizin evlere kapandığı bir dönemde ‘Online Şan Atölyesi’ yapma fikri canlandı kafamda. Haziran’dan beri de devam ediyor. Ama online işi benim için yeni bir şey değil. Ben dört yılı aşkın süredir online platformlarda webinarlara katılıp, sunumlar yapıp, dersler veriyorum. Öğretirken çok şey öğrenen biriyim bir taraftan ve çok da keyif alıyorum açıkçası.

Sesle terapi yapıyorsun ilgin nereden doğdu?

Sesin iyileştirici gücünün yıllardır peşindeyim. Bu da büyük bir merak ve istekle doğdu. Konservatuvar dönemime denk geliyor başlangıcı. Önce insan sesinin iyileştirici gücü ile ilgili kaynak taramaya başladım. Bu beni Amerikalı ve bu işin öncüsü bir isme götürdü. Bir dönem Skype üzerinden onunla çalıştım. Ardından Kanadalı bir eğitmenle devam ettim. Onunla da ses çatallarının (diyapozonların) Çin tıbbındaki akupunktur noktalarına nasıl uygulanacağına dair bir çalışma yaptım. Ve bunların ardından son olarak terapi ses çanakları ile yapılan çalışmalar geldi. 


Terapi ses çanaklarında uygulanan yöntem nasıl, amacı ne ve neler yapıyorsun?

Bu yöntemin kökleri 5000 yıl öncesine kadar geriye gidiyor ve o dönemlerde Hindistan'da kullanılan şifa yöntemlerinden birini oluşturuyor. Doğu dünyasına göre insan sesten oluşur, yani sesin kendisidir. Sadece kendisi ve çevresindekilerle uyum içinde yaşayan insan, yaşamını özgürce ve yaratıcı şekilde oluşturabilir. Benim kullandığım yöntem bir Alman yöntemi. Kendisi bir Fizik mühendisi olan Peter Hess, ses çanakları uygulamasını yıllarca süren araştırmaları sonucunda geliştirmiş ve Batı dünyası insanının gereksinimlerine göre uyarlamış.
Ses Çanakları uygulaması ile rahatlama ve derin gevşeme sağlanıyor. Beden, ruh ve zihni kapsayan bütüncül bir yöntem bu. Çok net bir biçimde stresle baş etmeyi kolaylaştırıyor, uykusuzluk sorununa iyi geliyor, insanın doğasında var olan öz güvenin geri gelmesini sağlıyor.
Ayrıca şu an dünyanın 23 ülkesinde spa'larda, sağlık alanında, pedagojide, psikolojide, hastanelerde, huzurevlerinde, anaokullarında ve terapilerde bu uygulamadan yararlanılıyor. Ses gerginlikleri çözüyor, içimizdeki hekimi devreye sokuyor ve yaratıcı enerjimizi ortaya çıkarıyor.
Ben hem ses meditasyonları yaptırıyorum, hem de ses frekanlarını nefesle ve yoga ile birleştirdiğim ve ikili eğitmen sistemi ile ilerlettiğim çalışmalarım var. Bir de birebir ‘Ses Masajı Uygulayıcılığı’ yapıyorum. Bu zannettiğiniz gibi bedene elle dokunularak yapılan bir masaj değil. Danışan kişinin bedeninin belli bölgelerinin üzerine yerleştirdiğimiz terapi ses çanaklarıyla yapılan bir masaj. Merak edenler web siteme girip ayrıntılı bilgi alabilirler. Burada uzun uzun anlatmayayım.
Özetle ses frekanslarının şifasından yararlanılan ve etkileri bilimsel olarak kanıtlanmış tüm bu çalışmalar stres, korku, kaygılar yani beden ve ruh sağlığını olumsuz etkileyen tüm duygulardan arınmanızı ve özgürleşmenizi sağlıyor. Zihni sürekli meşgul eden düşünceler yok olmaya başlarken kişi ‘Ben ne istiyorum, bedenim ne istiyor?’ diye sormaya başlıyor.

    Fotoğraf: BCG Studio (Bahadır Cihangir Genç)
Bunca işe nasıl yetişiyorsun, bir sırrın var mı?


Ben çok net bir şekilde bir bilgi avcısı olduğumu söyleyebilirim. Sürekli merak ediyor, araştırıyor, okuyor, notlar alıyor ve biriktiriyorum. Ve tüm öğrendiklerimi de mutlaka hayatımın bir yerinde kullanıyorum. Bu benim olmazsa olmazım. Yaptığım her şeyi çok büyük bir enerjiyle, heyecanla, tutku ve aşk’la yapıyorum. İçimdeki duygu bu olmasa hayatta yapamam çünkü kimse bana bir şeyi zorla yaptıramaz bu hayatta. Ancak benim kendi isteğimle olmalı. Böyle olduğunda da yorgunluğu bile çok tatlı oluyor.. Gücüm ve enerjim yettiğince de sevdiğim şeylerin peşinden merakla koşmaya devam edeceğim. ☺

Sahneye yeni çıkmaya başlayan şarkıcılara önerilerin nelerdir?

Şarkı söylemek arka planında nelerin döndüğünün neredeyse hiç bilinmediği çok ciddi ve emek isteyen bir iş. Herkes giyinip süslenip sahneye çıktığımızı sanıyor.. Ve şarkı söylemek isteyen ya da yeni yeni sahneye çıkmaya başlamış şarkıcı adayları bile bunun yeterince farkında değil maalesef. Herkes elbette konservatuvar mezunu olmak zorunda değil. Ama bu işin bir adabı var. Kendine bilgisel, teknik ve duygusal anlamda ciddi yatırım yapman gerekiyor. Çok zengin bir repertuvara sahip olman ve bunu sürekli yenilemen-geliştirmen gerekiyor. Kendine ve sesine çok iyi bakman gerekiyor. 

Bol söyleme ve dinleme takviyesi yapmalarını, repertuvarlarına alacakları bir şarkıyı birden çok yorumcudan dinlemelerini öneririm.. Ve bazı durumlarda her şey duyduğunu taklit etmekle başlasa da bir noktadan sonra şarkı söyleme konusunda kendilerini geliştirmelerinin yolu kendi yorumunu, tavrını ve tarzını oturtmaktan geçiyor..

Birtakım arkadaşlarımız iki kez şan dersi alırım, bir vokal koçuyla stüdyoya girer vokal kayıtlarımı hallederim, on–on beş şarkılık da bir repertuvar yapar sahneye çıkar bülbül gibi şakırım zannediyor ama kazın ayağı öyle değil maalesef. Elbette bunu birilerine yedirebilirsiniz ama bence bu şarkıcılığın yanından bile geçmez.

Karantina süreci nasıl geçti?

Karantina süreci benim için oldukça verimli geçti ve hala çok verimli geçiyor. Kendime ilk olarak çok iyi bir video kamera, tripod ve kayıt mikrofonu almakla işe başladım. İlk üç buçuk aylık süreçte YouTube kanalımda her hafta düzenli ve sürekli olarak; şarkı söylerken yapılan hatalardan tutun da, doğru beden, nefes ve ses kullanımına kadar birçok konudan bahsettiğim, bu konuları canlı performanslarla da örneklendirdiğim canlı yayınlar yaptım.

Ayrıca farklı konulara dair oynatma listeleri oluşturduğum yeni videolar çektim. Kanalı bir hayli coşturdum diyebilirim. Bir yandan ders verdim, yeni yılda piyasaya çıkartmayı planladığım kitabımı yazmaya başladım.. Oturup video editlemeyi, jenerik yapmayı filan öğrendim. Dedim ya tam bir bilgi avcısıyım diye. Bir yandan çok da eğlendiriyor beni böyle şeylerle uğraşmak ☺

Karantinadan çıkar çıkmaz ilk yaptığın şey ne oldu?

Yaptığım ilk iş İstanbul’a annemleri ve kardeşlerimi görmeye gitmek oldu. Fiziksel mesafeli bir şekilde hasret giderdik. Ve bu herkese çok çok iyi geldi.

Son dönem yaşadıklarımızla ilişkili olarak sen ve ekibin nasıl etkilendiniz?

İşimin müzik organizasyon ile ilgili olan kısmını tamamen kaybetmiş durumdayım şu an. Ekibime de istihdam yaratamıyorum haliyle. Ve maddi anlamdaki kayıplar bir yana sürecin belirsizliği; içinden çıkabilmemiz adına sorduğumuz sorulara cevap alamamak ve bu çözümsüz hal de bizleri bir hayli umutsuzluğa sürüklüyor. Sadece müzisyenler değil sektördeki herkes çok zor durumda (ses, ışık, DJ, catering firmaları, davet organizasyon firmaları, fotoğrafçılar, barlar, konser mekânları, restaurantlar…) Saymakla bitmeyecek çok ciddi bir insan nüfusundan bahsediyoruz burada. Ve sektördeki tüm arkadaşlarımız için ivedilikle bir çözüm üretilmesi gerekiyor.

Standart Dışı radyo program linki:


Linkler:

https://www.instagram.com/iremderlen/
www.youtube.com/İremDerlenSesveYasam
https://itunes.apple.com/tr/artist/i-rem-derlen/1260676458




21 Kasım 2020 Cumartesi

Standart Dışı no. 3: Volkan İncüvez (20.11.2020)

Volkan İncüvez, bir yıl içinde dört farklı solo albüme imza atmış bir müzisyen. Onun için multi-enstrümanist demek yanlış olmaz. Çünkü Volkan, geleneksel ve makamsal müziği ney, vokal, çağlama, perdesiz ve elektrik gitar gibi enstrümanlarla icra ediyor. Onu halen çalmaya devam etmekte olduğu Hepyek, Derun, Debdebe, Ebren Trio, Kırkbinsinek, Gözyaşı Çetesi  gibi grup ve projelerden hatırlayanlar olacaktır. 2019 yılında ilk solo albümü "Kün"de kendi anlatımıyla, "bir uzay- zaman yolculuğunu, nefesin ney içindeki yolculuğuyla tasvir ediyorken, ilk çok sesli konsept ney albümü ile dinleyenlere astrofizik ile tasavvufun kesişiminde sıra dışı bir deneyim yaşatıyor".  


Volkan, ikinci solo albümü olan "Mahal"de ise yine kendi ifadeleriyle "yüzünü öze dönmüş bir Klasik Türk Müziği icrasına öykünüyor. 20. yüzyılın geleneksel tavırdan götürdüklerini bir kenara bırakıp çok daha sade bir üslup benimsiyor. Ney ve klasik perdesiz gitar ile icra edilen repertuar, Sultan 3. Selim’den (d. 1761) Gevheri Sultan Fatma Osmanoğlu’na (d. 1904) kadar uzanıyor. 

Volkan,  2020 yılının Şubat ayında ise "Quartet"i yayınladı. Albümde yine kendi deyimiyle,  ''Live Session I'' albümün de fikirlerini geleneksel müzikten alıp bu müziği, modern armoni ve aranjeler, elektronik soundlar ile bas gitar, gitar, sytnh ve davul enstrümanlarıyla yorumluyor. Müziğin armonik yapıda olmasa da armonik karakter taşıdığına inanan İncüvez, kullandığı temaların veya geleneksel halk ezgilerinin kendi işitsel etkilerinin ve duygularının dışına çıkmamayı hedefleyen bir armoni, sound ve düzenleme anlayışı gözeterek, o armonik karakteri ortaya çıkarmayı amaçlıyor".

2020 yılının Ağustos ayında "Yeni Dünya" isimli solo albümüyle kulaklarımızın pasını iyiden iyiye silen Volkan, albümü karantina döneminde kaydetmiş ve tüm sağlık çalışanlarına ithaf etmiş.

Aşağıdaki linkten Volkan İncüvez ile yaptığımız radyo programının kaydına ulaşabilirsiniz. 

11 Kasım 2020 Çarşamba

Anket Çalışması: Müzik Emekçilerinin Gelir Durumunu Etkileyen Faktörler

Sevgili müzisyen arkadaşlarım, Selda Dudu ve Evrim Hikmet Öğüt ile birlikte hazırladığımız "müzik emekçilerinin gelir durumunu etkileyen faktörlerin tespit edilmesi amacıyla hazırladığımız anket çalışmamıza katılmanızı rica ediyorum.
Link:
____________________________________

Bu anket çalışması, müzik emekçilerinin gelir durumunu etkileyen faktörlerin tespit edilmesi amacıyla Sevilla Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi Selda Dudu (selda@dudu.gen.tr), Mimar Sinan Üniversitesi Müzikoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Evrim Hikmet Öğüt (evrim.hikmet.ogut@msgsu.edu.tr) ve müzik yazarı Özge Ç. Denizci (ozgedenizci@gmail.com) tarafından oluşturulmuştur. Ankete verilen yanıtlar akademik çalışmalarda kullanılacaktır. Anket, toplamda 4 bölüm ve 32 sorudan oluşmaktadır ve ortalama 10 dakika sürmektedir.

Lütfen özel olarak belirtilmediği sürece tüm soruları çalışma hayatınızın genelini yansıtacak şekilde cevaplayın.

Katılımınız için teşekkür ederiz.

Selda Dudu
Doç. Dr. Evrim Hikmet Öğüt
Özge Ç. Denizci

25 Ekim 2020 Pazar

"Ekim'in dingin sesi" yazıldığı gibi okunmaz.

Pandemi döneminin her ne kadar müzisyen açısından pek çok olumsuz tarafı olmuş olsa da, üretim ve sahne sanatçılarının sosyo-ekonomik durumunun daha da çok tartışıldığı mecraların artması açısından "Müzikle iyileşiyoruz" şiarından pek vazgeçecek gibi görünmüyorum ve süreci de oldukça olumlu bulduğumu bir kez daha söylemiş olayım. Bu üretimlerden biri daha geçtiğimiz günlerde (Ekim 2020) hayat buldu, kulak doldurdu, akıllara kazındı.


Öncelikle neden "Ekim"in yazıldığı gibi okunmadığı meselesini aydınlatalım; "Ekim" pek çok sırrı ve şifreyi içinde barındıran bir aydır. İsmi tarlaların ekilip biçildiği zamanı betimler (gerçi ne yazık ki memlekette sata sata ne ekilecek tarla bıraktık ne de zehirsiz toprak). Ekim ayında en sevdiğim pagan kutlaması olan "Cadılar Bayramı" vardır ve tabii ki bal kabağı çorbası yapmanın da zamanı gelmiştir artık. Doğa uykuya geçmeye hazırdır ve yağmurlar başlar. Ama Ekim, işte Ekim'dir.


Konu edip üzerine ahkam kesmeyi planladığım albümün adı da en az albümü yapan müzisyen Serkan Emre Çiftçi'ye ait olması kadar cezbetti beni. Serkan, "Ekim"in benim hissettiklerime yakın bir anlamı olduğu için albümün adını "Ekim" koymuş. Tam da bahsettiğim gibi "Ekim", bir müzikal fikrin tohumlarının ekim sürecini anlatıyor. Müzikal fikir de yıllar önce Puredata ile buluşup "yazılım, makine ve insan" birlikte müzik yapabilir mi, nasıl bir yöntem kullanılabilir, nasıl şeyler ortaya çıkabilir?" sorularıyla yakından ilgili. Serkan bu sorularla hemhal olurken, yavaş yavaş bir şeyler de yeşermeye ve kenara kayıtlar almaya başlamış. Oradan çıkan altı parçalık bir seçkiyi de Ahmet' Kenan Bilgiç yayınlamak istemiş.


İşin müzikal kısmındaki süreç ise albümün yapım süreciyle Serkan'ın içsel yolculuğunun süreciyle örtüşerek gitmiş. Tüm süreç boyunca kafasında hep "yaşamın döngüselliği", "bitişler", "yenilenmeler" ve "yeni başlangıçlar", "entropi" ve "bir şeyin bittiği yerde başkalaşmış bir şeyin yeniden başlaması" gibi konular yüklüymüş. Bu meseleler de parçaların kompozisyon sürecine direk etki etmiş.


Serkan Emre Çiftçi'yi Gevende ve Gökhan Türkmen ve Cava Grande ile yaptığı çalışmalardan hatırlayanlarınız olacaktır. Yıllarını enstrümanına vermiş, her zaman yeni bir şeyler denemeye açık ve hazır olduğunu gösteren, bunları deneyen oldukça iyi bir trompetçi Serkan. Ama aynı zamanda elektronik meselelerde de müthiş başarılı.


Bu albümü dinlerken altında kompleks örgüler yatan, deneysel bir albüm olduğunu unutmayın. Ama bu durum gözünüzü/kulağınızı korkutmasın çünkü albüm rahat dinlenen bir müzik albümü. Şöyle düşünebilirsiniz: deneysel, açık ama bir o kadar da kompleks ama rahat ama rahatlatıcı... Doğallık ve doğa ile bütünlüklü. Üstüne bir de mükemmel trompet tınıları hediye...




Albümü ilk dinlediğinizde yarattığı etki gerçekten de döngüsellik, doğum ve yaşam arasındaki denge, belki içsel çözülmeler ve çözümlemeler... Yani en azından bende yarattığı etki bu oldu. Ha, bu arada Serkan'ın da benim de naçizane önerimiz albümü iyi bir kulaklıkla dinlemeniz. O zaman her şey bambaşka olacak. Favorilerimden biri "Kervan" diğeri ise gerçek anlamda sabahı karşılayacağınız ve hatta karşılamanız gereken "Sabah" oldu. Albümdeki hiçbir parçada ayrım yapmak istemiyorum. Doğal sesler itinayla kullanılmış. Ah o "Yağmur"...


Albümün derdi midir bilmem ama bende yarattığı etki her şeye ait sesin olabileceğinin ve müzikte kullanılabileceğinin ispatı gibi. Yolu açık olsun ki olmama ihtimali yok gibi. Şifa niyetine dinleyiniz, dinletiniz.

Bu arada Lu Records tarafından yayınlanan albümün muhteşem kapak tasarımlarının sahibi ise Orhan Cem Çetin. 

Ahkamlarıma devam etmek yerine aradan çekilip Serkan'ı takip edebileceğiniz ve dinleyebileceğiniz  linkleri buraya bırakıyorum. İyi dinlemeler, eğlenceler, dinginlikler...



12 Ekim 2020 Pazartesi

RTÜK: Seni seçtim Spotify!

RTÜK'e  Spotify gibi stream müzik ve podcast dinleme  içeriğini düzenleme yetkisi verildiğini biliyor muydunuz? 

Sabah kalktınız, müzik dinleyeyim demek için Spotify'ınızı açtınız. O da ne Spotify çalışmıyor! Ya da o çok sevdiğiniz "explicit" ibareli parçaya ulaşamıyorsunuz. Hatta öyle ki sabah kafanızda o şarkı ile uyanmışsınız ama dinleyemiyorsunuz. 

Çıldırmamak mümkün değil. 

Eh tabi çoğunuzun (kendimi ayırıyorum çünkü bu konuda çok titizim) müzik arşivini içeren hard diskleri ya yandı, ya kayboldu ya da tozlu raflarda duruyor. 

İnternet erişimi olan neredeyse hemen herkesin bir Netflix bir de Spotify üyeliği var. 

Neredeyse kimse artık gidip plak dışında albüm satın almıyor. Üstelik internetin çektiği her yerden de sevdiği, o anda dinlemek istediği şarkıya bir tık ile ulaşabiliyor. Ancak RTÜK konuya el koyarsa bu artık bu kadar basit olmayacak. Uygunsuz bulunan şarkılar ve podcast'ler kaldırılacak. Hatta belki de Spotify ülke genelinde yasaklanacak. 

Biz bu filmi yıllar önce LastFm mevzuunda görmüş ve tecrübe etmiştik. Canımız yanmıştı! O zamanlar LastFm'in şimdiki Spotify kullanıcı sayısı kadar kullanıcısı da yoktu. Üstelik stream müzik dinleme bu kadar da yaygın değildi. Şimdi küçüklü büyüklü pek çok işletme Spotify'dan müzik yayını yapıyor. Hatta yeni yetme DJ'ler Spotify listelerini ortalıkta çalıyor. Spotify'a gelecek herhangi bir kısıtlamanın ne kadar çok şeyi etkileyebileceğini düşünebiliyor musunuz?  


Peki ya müzisyenler? Şu anda çoğu albüm ya da single sahibi müzisyenin küçücük bir ekmek kapısı varsa bu da Spotify ve YouTube tıkları... 

Elini vicdanına koyup da söyle, bu alarm ne kadar çalacak böyle!
Müzikle, müzisyenle uğraşan bir sistem var. Bir şeyler yapmazsak daha başımıza neler gelecek kim bilir.

Daha önce de söylediğim gibi müzik susarsa hayat susar/hayat durur. 

Rtük'ün bahanesi vergi ama gerçek bu değil. Çünkü zaten premium kullanıcılardan %18'lik KDV alıyor.  Denetleyemediği ne varsa kapatmak istiyor RTÜK, hepsi bu! 

Abuk sabuk içerikteki TV programlarına ve dizilerine izin veren RTÜK bugün ne dinleyeceğine karar vermekle kalmıyor, müzisyenlerin de kendisini var ettiği yegane yerlerden birini de  yok etmek istiyor. 


İki dudağın arasında hayat yaşamaktan sıkılmadınız mı? Ben çok sıkıldım ve stream müzik dinleme platformuma el sürdürmemek için elimden geleni yaparım. Ha Spotify'ın da kendi içinde yok mu sıkıntıları var elbette şunu bi atlatalım da onu da yazarız elbet!

Bunu okuyan bunu da okudu:

Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)

Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri…   Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...