3 Mayıs 2020 Pazar

Müzikle iyileşiyoruz no. 45

"Yıl 1993, yapboz tahtasına dönmüş bir eğitim sisteminde olduğumuzun henüz farkında olmadığımız yıllar. O sene Validebağ Öğretmenler Korosu’nun bir provasında Selahattin Evcil velilere İstanbul Türk Müziği Anadolu Lisesi’nin açılacağını duyurmuştu. Konu kulaktan kulağa yayıldı. Veliler de çocuklarını sınav için kaydettirmek üzere İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nin Erenköy’deki yolunu tutmuştu. Çünkü sınav orada yapılacak, seçilen öğrencilerden oluşan 24 kişilik sınıf da bir süreliğine orada öğretim verecekti. Okulun aynı öğretim yılı içinde kapatıldığı, eldeki 23 kişilik sınıfın (bir kişi kayıt yaptırmamıştı) Güzel Sanatlar Lisesi bünyesinde devam edeceği haberi geldi. Birkaç yıl yalapşap Türk müziği öğrenimi gören bizi tutup Güzel Sanatlar Lisesi bünyesine alıverdiler. Derken enstrüman değişimininden doğan fiziksel ve yaşça büyük öğrencilerle aynı okulda okumaktan doğan ruhsal sıkıntılar baş göstermeye başladı…" diye başlamışım Andante Dergisi'nin 121. sayısında yazdığım köşeme. 
"Konservatif" eğitim sisteminin bir sonucu olarak okuldan mezun olan çoğumuzun göğsünde derin yaralar açan travmalar yaşanmasına/yaşatılan bir ortam vardı.  Ama hepimiz  orada olduğumuz ve o sıralarda okuduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzun farkındaydık ki hâlâ da farkındayız. Üniversiteye erkenden girmişim gibiydi bir yanıyla... Üstelik henüz ortaokul ve lise okuyordum. Sistem ve öğretmen egolarını (yaşayan bilir ya, yaşatan da kendini bilir) kenara koyarsak hayatımızın en önemli, en öğretici, erkenden büyümemizi gerektiren, iki lafı bir araya getirebilme yetisini kazandıran (yazar burada Kerem Memişoğlu'na seslenir), birlikte üretmenin anlamını erkenden fark ettiren şahane deneyimlerle dolu yıllardı.     
Beni okulda en çok motive eden şeylerin en başında okul çıkış saatlerinden, akşamın yarılarına kadar yaptığımız tiyatro provalarıydı. Okul çıkış zilinin çalmasını prova günlerimizde heyecanla bekler, üstümü değiştirir koşarak salona giderdim. Arda Kavaklıoğlu yönetmenliğinde Keşanlı Ali Destanı sahneye konulacaktı. Kadro yetersizdi, bir rolü oynayan -sahne çakışması olmaksızın- bir başka rolde de oynamak durumundaydı. Şimdi böyle sıradan bir lise tiyatrosu gibi anlatıyorum ama o kadar da basit değildi. O kadro içinde kimler yoktu ki... 

20 yıl içinde pek çok oyunda ana kastta bulunarak muhteşem işlere imza atmış Çiçek Kırıcı; tiyatro müzikleri , alanında usta isim, kompozitör Kerem Memişoğlu, tiyatrocu ve dansçı, aynı zamanda öğretmen Evren Pıravadılı; Ferhat Göçer, Alpay gibi pek çok tanınmış isme geri vokal yaptığı için sesini çok yakından bildiğiniz ama kendi işleri de çeşitli kanallardan izlenebilen soprano Gözde Ural; son dönemlerde her ne kadar kendini tangoyla bulmuş olsa da aslında çok iyi bir piyanist olan Ayşegül Abadan; kendi yolunu beden farkındalığı ve yogada bulmuş, işini de layığıyla yerine getiren Yeliz Atakanı; pop star olarak bildiğiniz Murat Boz; Luxus'ta çaldığı için çoğunuzun yakından bildiği ama aynı zamanda çok iyi bir öğretmen de olan Ozan Akgöz; herbiri kendi alanında büyük başarılara imza atmış ressam, heykeltıraş, müzik öğretmeni, müzisyen, hatta farklı sektörlerde kendini gerçekleştirmiş bir dolu o zamanının lise öğrencilerinin bir araya gelerek ve bir şekilde oyuncu/yönetmen olmasının yanı sıra bizim canımız da olan Arda Kavaklıoğlu'nu ikna etmeleriyle başlayan bir süreçti Keşanlı Ali Destanı'nın sahneye konulma serüveni.  
Ben yaşça diğer arkadaşlarımdan küçük olduğum için pek çok detayı hatırlamakta güçlük çekiyorum. Ama acı tatlı bir dolu anı biriktirmiştik oyunu sahneye koyarken. Bir kısmımız için hayatımızın performansıydı belki. O günler, geriye kalan bütün hayatımızda derin izler bıraktı ki bunu da bugünden bakıp görmek mümkün. Örneğin hepimiz interdisipliner/disiplinlerarası anlayışın ne olduğunu bilmezken burada pratik etmiş olduk. Resim bölümünden öğretmenlerimiz Tülay Yaman Ekiner, Oya Tansel ile müzik bölümü öğretmenlerimizden (okulda bir dolu piyanist öğretmen olmasına karşın görevi üstelenen) keman öğretmenimiz Ayşegül Uluçöl ve solfej öğretmenimiz Gürsel Yurtseven'in emekleri büyüktü. 

Gelelim Keşanlı Ali Destanı'na... İlk kez 1964 yılında Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu'nda sahnelenen oyun 1970 yılına kadar 493 kez sergilenmiş. Bugün de siyasi güncelliğini koruyan oyun, Haldun Taner tarafından yazıldı. Müzikleri Yalçın Tura'ya ait. Fenomen haline gelen oyun, kıtalararası oynandı. Detaylar için pek çok makale bulabilirsiniz. 

Ne zaman dara düşsem aklıma gelir Keşanlı Ali Destanı'ndan bir parça ve Yalçın Tura'ya şükranlarımla dilime dolarım.

Bugünün iyileştiren ilk parçası Genco Erkal'ın yorumuyla "Artık Bir Şefimiz Var". 

Linkleri takip ederek Keşanlı Ali Destanı müziklerini dinleyebilir hatta oyunları ve hatta yönetmen koltuğunda Atıf Yılmaz'ın oturduğu 1964 yapımı filmini dahi izleyebilirsiniz. Keşanlı Ali Destanı sonraki yıllarda TV dizisi olarak da çekildi. Hatta en yakın tarihli dizi versiyonu 2011 yılında çekildi. 


Umut "Kendimize bir put yapmayıp tapmadığımız, şeflerin olmadığı" günlerde! 





2 yorum:

Unknown dedi ki...

Haldun Taner' e ve müzikle iyileştirenlere şükranla. Ne tatlı yazı olmuş.

Özge Ç. Denizci dedi ki...

Teşekkür ederim.

Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)

Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri…   Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...