24 Aralık 2019 Salı

2010’larda Türkiye’de “müzik” üzerine kısa bir değerlendirme veya müzisyenler için notlar


2010’ların sonuna gelindiğini anlamak için ortalıkta dolaşan playlist’lere, müzikal bağlamdaki z raporlarına bakmak yeterli olur. Kulağıma takılan, son 10 yılımda hüküm süren parçaları yazmayı elbette ben de düşündüm. Ancak “bunun bir anlamı olacak mı?” sorusunun cevabına gelince orada tıkandım. Çünkü müzik dinleyicisi olmak, müzik beğenisine sahip olmak 1990’larda olduğu kadar meşakkatli değil. Herkes her istediğine ve hatta daha fazlasına kolayca ulaşabiliyor. Her ne kadar türünün ana akımına yönlendiriyor olsa da Spotify, Youtube Music ve iTunes, müzik dinleyicisine algoritmalar üretip sürekli dinlediği türlerde önüne yeni parçalar çıkarıyor ve “en iyiler” listesinin pabucunu dama attırıyor. Spotify’ı azıcık iyi kullananların kendine “DJ” diyebildiği günümüzde de elbette böyle listeler yapmanın bir anlamı kalmıyor. 

Genel geçer müzik dinleyicisi için de “müzik yazarı”nın hangi parça hakkında ne yazdığının önemi kalmıyor, dinleyici elini direkt verilen linke götürüp parçaları çıtlamaya başlıyor. 
 Size bu satırları yazarken ben de elbette Spotify’dan ismi lazım değil müzik otoritelerinin yaptığı playlist’e kulak kabartmış durumdayım. Bunun önemli bir kısmı beni rahatsız ediyor  ve “Kim seçiyor yahu bunları?” dedirtiyor.  Üstelik seçilen isimler içinde de yan akımının ana arter müzisyenleri olunda insan ister istemez ana akım müzik piyasasının neredeyse samimiyetsizliğini bile arıyor. Müzikte tekelleşme konusunun sıklıkla gündeme geldiği ve getirildiği şu günlerde ismi lazım olmayan şirketler tarafından yapılan “2010’ların en iyi şucuları” listesine ne kadar ihtiyacımız olduğu da tartışmaya açık. Müzik piyasasının nereye gideceğini, ne olacağını, müzisyen ve onları destekleyen butik plak şirketleri, organizasyon firmaları ve halihazırda müzik insanlarını nasıl bir geleceğin beklendiği konusunun konuşulması gerekliliği daha elzem.  


2010’larda kuşkusuz birçok müzisyen elinden gelenin en iyisini yaparak kendi ürünlerini ortaya koydu. Çoğunun bunu hangi şartlar altında yaptığını en azından piyasaya yakın insanlar olarak gördük ve tanıklık ettik. Üstelik birçoğunun kendi üretimini yapmak ve sunmak uğruna, istemedikleri projelerde var olduklarını da gördük.

Festivaller alanında olsun, türler içinde olsun tekelleşmenin dibini yaşadık. Üniversite festivalleri biterken yerini dolduracak bir dolu irili ufaklı festivalimiz oldu. Yeni gelen bütün bu festivaller önemli ölçüde Türkiye müzik piyasasındaki bir açığı canla başla, dişle tırnakla kapattı. Gençlerimiz festivallere aç kalmadı. Ancak zaman zaman boğucu hale gelen her yerde “festival olsun” düşüncesi yer yer “festival” kelimesinden tiksinti bile duymamıza sebep oldu. 

Yine bu 10 yıllık süre zarfında tekrar ve tekrar “bağımsız müzik oluşumu” kurulmasına karar verildi ancak daha önce de oluşturulmaya çalışılan pek çok kolektif gibi o da ne yazık ki bir yere varamadı. Müzisyenlerin ve müzik piyasasında nüfus sahibi olan müzik insanlarının yeniden ve yeniden bir araya gelip bir şey yapamayacağını da bir kez daha anlamış olduk. Sendika mı o da ne? 

Lakin “Bir Şarkım Var”, “Kadınlar Matinesi”, Blues Derneği gibi kolektif oluşumlar ve albümler içimizi açtı. Müzisyenler birbiriyle daha da fazla etkileşim içinde oldu, daha önce hiç olmadıkları kadar albümlerine ve sahnelerine konuk oldular, başka müzisyenleri konuk aldılar. Bu da egoların duvara asıldığı bir döneme ancak girizgah yapabildiğimizin göstergesi oldu. 

2010’larda daha önce hiç yaşanmamış bir furya ortaya çıktı. Dijital dünya tepemizde devinedursun, LP’ler havalarda uçuştu. LP’si olmayan müzisyen ve gruplara üstten bakıldı. Bir yandan olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilecek bu konu diğer taraftan düşündürücüydü. Çünkü dijital bir veriyi analog bir ortama taşımak gibi bir durum söz konusuydu ve eski plaklar gibi analogun analoga geçirilip dinletilmesi ve dinlenilmesi değildi olan. Biraz daha yapay olan bu durum üzerine bir daha ve bir daha düşünülmesi gerekliliğini önemsiyorum. Butik plak şirketleri tam da böylesi bir dönemde açıldı ve çok iyi işlerin dinleyiciyle buluşmasına önayak oldu. Birini bile unutmaktan çekindiğim için, adlarını saymıyorum. 

———

Bir başka mesele müzik yazını ve yayımları hakkında. 2010’lar kuşkusuz bu konuda oldukça verimli geçti. Yıllardır Türkiye’deki önemli bir açığı kapatan Pan Yayıncılık’a kardeş olarak Kara Plak Yayınları kuruldu. Diğer yayınevileri de daha fazla müzik kitabı yayımlamaya başladı. Müzik dergiciliği 1990’lı yıllarda olduğu kadar çok olmasa da 2010’larda hareketlendi. Yeni yeni dergiler hem basılı halde hem de dijital ortamlarda içerikleri tartışmaya açık olsa da önümüze sunuldu. Pek çok blog daha da hareketli hale geldi. Müzik dinleyicileri ufaktan da olsa müziği yazmaya ve paylaşmaya da başladı. Müziği kendine dert edinmiş pek çok akademik makale ve tez yayınlandı. Müzikoloji bölümleri yer yer açıldı yer yer kapandı.

Bunun ötesinde, müzik üzerine yazılan bilimsel kaynakların gerçek müzik dinleyicisine ulaşıp ulaşmadığı konusu gizemini koruyor. Sosyal medya burada garip bir işleve sahip olmaya başladı, müzik ürünleri abur cubura dönüştü ve değerlendirilemez hale geldi. Magazin programlarının yerini sosyal medya hesapları aldı. Müzisyenin ürününden çok sosyal medyada paylaştığı iletiler ilgi çeker oldu. “Bugün müzik mi, müziği sunanların sosyal medya hesapları mı daha çok takip ediliyor?” diye sorsak cevabı hepimiz biliyor ve kan ağlıyoruz. 

2010’ların özellikle de sonuna doğru cover’lar havalarda uçuştu, bir kısmı kafamıza, kulağımıza isabet etti. Hatta yurtdışında ödül alan -yine yurtdışı menşeli- Türkçe müzik yapan bir grubun bile aslında cover’ı geçer akçe yaptığı düşünülürse bu hem geçmişe olan özlem/saygı bağlamında önünde eğilinecek hem de hayıflanacak bir durum olarak karşımızda duruyor. 1960’lardan başlayıp 1990’lara kadar süren bir döneme ne kadar da özlem duyuyormuşuz meğer.  Yeniden sanki hiç o parçalar daha önce çalınıp söylenmemiş gibi önümüze yer yer farklı türlerde sunuldu. Bundan şikayetçi olduğum için söylemiyorum elbette ancak “yeni bir şeyler üretmenin tıkanıklığı mı acaba?” diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyorum. Hadi artık 2020’lerde yeni üretimlere geçelim dostlar. Buna beslenme çantamızı hazırlamakla başlayabiliriz mesela.   

Geçtiğimiz özellikle de 2 yılda rap tavan yaptı. İçinlerinde geleceğe kalacaklar olacaktır elbette… Bu konu kanayan bir yara ve çok da taze işler halihazırda ortalıkta olduğu için üzerine çok da fazla bir şey söylemek istemiyorum. Zira daha önce konuyla ilgili uzun uzun bir makale yazmıştım. bkz.  ilgili makale “Ben sussam müzik susmaz”.

 Bu yazının derdi “geçtiğimiz 10 yıl aman da ne kadar da eğlendik”ten ziyade aslında önümüzdeki 10 yıl içinde tekelleşmeden uzak, nasıl yeni playlist’ler oluştururuz. Playlist işin sadece ufak bir kısmı. Müzik evreninin içinde pek çok farklı konu dallanıp budaklanırken, müzisyenlerin ve müzik piyasası içinde yer alan herkes için açılan rotalar biraz daha sertleşiyor. Birlikten kuvvet doğar. 2010’larda olan oldu, 2020’lerde bu anlattığım bağlamlarıyla “müzik nasıl inşa edilir”i yeniden düşünmenin zamanıdır. Müzik dinleyicisinin ne beklediği değil, müzisyenin ona ne sunduğuna ihtiyaç duyulan bir dönemdeyiz. Hadi pamuk eller ve pamuk sesler üretime. Herkes için iyi bir yıl olsun.  

Yazıya katkıları için İbrahim Aksu’ya teşekkürler. 

Ayrıca 2019’da çıkan albümler için aşağıdaki linke bir göz atmanızı öneririm. Yine Tayfun Polat’tan el emeği kulak zarı bir iş!

https://taifu.wordpress.com/2019/12/23/yerli-2019-degerlendirmesi/?fbclid=IwAR2Q395Kmv2FGImVsB-FTk-kHPu4JFT91u8HrBGHRhYiWNzunu9kOVzwUWQ

Hiç yorum yok:

Savruk Yazılar 003 (13 Temmuz Datça- Mesudiye Yangını)

Kask, power bank, su, kumanya, sağlık çantası, kafa feneri…   Yanmaz eldiven, yanmaz gözlük, yanmaz pantolon, yanmaz ayakkabı… Hop orada dur...